Bölüm 3

Akrep Zehri

Hedef 5: Hazel Allen, Londra; Surbiton

Son bir kez daha gözlerimi penceremin tozlu panjurların cılız cılız yayılan ışığa diktim. Burada, Londra’da bilmem kaç gündür güneş yüzü görmüyordum. Peki, ben kim miyim?
Ben, Hazel Allen. Serbest çalışan bir dedektifim. Bu çevrede, özellikle de Dilyes Birchwood’un çevresinde beni tanımayan yoktur. Kendisi de benim ünümü yaymak için az uğraşmadı gerçi.
İç mekanlarda bile çıkarmaya üşendiğim fötr şapkamın güneşliği yüzünden ayakuçlarımı zar zor seçebilsem de, ofisimin kapısının açıldığını duymam zor olmadı. Zaten görmeyle ilgili çocukluğumdan gelen problemlerim olsa da kulaklarım tıpkı özel eğitimli bir polis köpeği gibi-
“İğğğrennnçç!!!”
Kapının açılmasıyla birlikte biri bir bir balano çuvaldız batırır gibi söndürdü düşüncelerimi. Ses devam etti.

“Hazel! Ofisin leş gibi kokuyor!”
Sanırım gelen yardımcım Balera Silence’tı. Benden 3 yaş küçüktü, ama bu onunla lise yıllarımızdan beri ortak olmamızı engellemiyordu. Latin asıllıydı, esmer teni, simsiyah, uğursuz gözleri ve uzun, hacimli açık kestane rengi saçları ile oldukça etkileyivi bir kadındı. Masanın arkasından dolandı, kapalı duran plastik panjurları açtı ve odayı havalandırmak için açtığı pencereden kafasını dışarı uzattı.
“Pheeew!”
Şapkanın güneşliğini kaldırıp ayaklarımı üzerine uzattığım masamdan indirip ona döndüm.
“Abartama, Balera. İçerisi o kadar da kötü kokmu-“
“Evet, kokuyor! Söylesene Hazel, kaç gündür banyo yapmıyorsun? Ve o küllük…” bir an için sustu, sonra da başıyla masamda duran küllüğü işaret etti.
“O küllük kaç haftalık, Hazel?” Kaşlarımı kaldırıp ona baktım. Sahi, küllük kaç haftalıktı hatırlamıyordum.
“Bilmiyorum. Hem, ne yapacaksın ki?”
“Ben değil, sen yapacaksın. Müşterin var, lobide bakliyor.”
“İyi.” Dedim ve Balera’ya döndüm. Bu arada üstündeki kabanı çıkarmış, boyun hizasından örmeye başladığı uzun saç örgüsü de sırtına dökülüyor, üniversite yıllarında sol kürek kemiğinin üstüne yaptırdığı akrep dövmesini yer yer kapatıyordu. Yalnız,  pencere hala daha açıktı ve yağmur şiddetini arttırmaya devam ettikçe de içerisi ve üstüm ıslanıyordu. Ancak o, bundan rahatsız olmuşa benzemiyordu.
“Kapat şu camı!” Hala daha kapalı olan gözlerini açmaya bile tenezzül etmeden cevap verdi.
“Hayır.” Bu kadın bazen çok sinir bozucu olabiliyordu.
“Kapat dedim!”
“Hayır.” Aynı yanıtı ikinci kez alıyordum. Devam etti.
“Müşteriyi çağırdım. Ve yağmuru severim.”

***Hedef 6: Emir Sota***

Bilemezdim…
Bundan sonra hayatımın tam anlamıyla bir cehenneme döneceğini bilemezdim.
3 dakikadır ona bakıyordum. Cevap yoktu.
“Evet? Çatıya niye çıktık şimdi?” Sorum üzerine uzun bir süredir kapalı duran gözlerini açıp gözlerime dikti.
“Buradayız, Reyhan. Ölümün kıyısındayız. Ve hayatlarımız, geceden daha karanlık.”
Sokak lambalarının aydınlatmakta zorlandığı bu yükseklikten azar azar aydınlanan yüz ifadesi tuhaf bir ifade almış, zaten kızıl kahve olan göz rengi bu kez kırmızı gibi görünmeye başlamıştı.
“Ölüm?”
“Ne oldu Reyhan? Korkuyor musun?” Korkmak?
Üstüne çıktığımız paslı demir parmaklıkların üzerinde dengemi sağlamaya çalışırken ona birkaç adım daha yaklaştım.
“Evet. Kim korkmaz ki zaten?
“Sen mesela, Reyhan. Senin korkmaman gerekir.” Nasıl? Benim… neden korkmamalıydım ki?”
“Ama?” Sözümü kesti.
“Aması maması yok. Sen değil miydin ölmek isteyen? Kaybolup gitmek, geride hiçbir iz bırakmamak isteyen? Söylesen Reyhan, şimdi neden süt dökmüş kedi gibisin?”
“Kedi falan değilim ben!”
Karşı çıkmaya çıkmaya çalışsam da haklıydı aslında.
Korkağın tekiydim ben.
“DRRRRRRRRRRRRRRRRRRRRRRRRRRRR”
Bir an için aramızda oluşan sessizlik bölündü. Aşağı bakmaya korksam da, bir motorsikletin yaklaştığını hissedebiliyordum. Ses yaklaşırken gözlerimi Emir’den uzaklaştırmaya çalıştım.
“Evet öylesin.” Diye yanıtladı beni. Sonra da devam etti
“Öyleki, o adamlar seni yakalayana kada, kaybolup gideceğine dair inancın tamdı, ama suratına o mendili dayadıkları anda tüm inancını kaybettin, korkmaya ve çırpınmaya başladın. Sanki bir örümceğin ağında son saniyelerini yaşayan zavallı bir kelebek gibiydin, ölümün kıyısında, son duasını bile edemeyecek kadar pısmış, sönmüş, ve umutsuz, mutsuz… A-ah, o da ne, bu sensin! Değil mi Reyhan, umarım yanılmıyorumdur, ha ne dersin?”
Sözünü bitirene kadar zorla dinledim onu. İçimden bir ses “kızım çok pis oyuna getirildin” diyordu.
“Sen! Beni kaçırtan sendin! Tuzaktı hepsi, bilmediğim bir sebepten dolayı beni maşa olarak kullanıyorsun! Tamam da, benden ne istiyorsun? Neden gönderdin o mektubu, neden yazdın o mesajları? Sadece işsizlik ve can sıkıntısı olamaz!”
“Fazla zekisin. Düşündüğümden çok daha zeki. Ama işe yaramazsın, korkaksın çünkü! Ölümden korkuyorsun, korkaklarla çalışmam ben!” Bunu söylerken bana biraz daha yaklaşmış, aramızda bir iki adım mesafe kalmıştı.
“İşine yaramaz mıyım? Benden ne istiyordun ki?”
“Öğrenmek istiyor musun? Korkak olmdığını kanıtla o halde!”
Kanıtlamak?
“Aşağı bak!” devam etti, resmen emrediyordu. Yüksekten korksam da, demir parmaklıklar üzerinde dengemi kaybetmeden aşağı bakabildim. İki apartman arasındaki boşluğa diktim gözlerimi, o dar sokağa.  Yerde tam olarak ne olduğunu çözemediğim bir leke vardı, fazlasıyla koyu kırmızı bir leke.
“Bu…”
“Evet. Atlamak için güzel bir yer, değil mi? Bu kırmızıyı seviyorum!”
Bu adam manyaktı! Hem bna korkmamam gerektiğini ima ediyor, hem de beni direk olarak ölümün çukuruna itiyordu. Hayır, o sadece bir akıl hastası değildi, bu hastalığını da zekasıyla birleştirip kullanıyordu. Ve ben bunu yapabileceğimi düşünmüyordum.
“Hadisene, Reyhan!” Açık açık dalga geçiyordu benimle. Ona döndüm. Ve kanımın nefretle kaynadığını hissettim; Nasıl? Sen… nasıl…??
“Kimsin sen, kim olduğunu sanıyorsun Allah aşkına?” Bir adım daha yaklaştım bu arada ona, sonra da suratının ortasına okkalı bir bir tokadı basmaya çalıştım.
Olmadı tabi.
Mükemmel bir denge sağlayarak bir ayağını parmakların üzerinden çekti ve tek ayakla yana kaydı. Tokadım hedefini bulamayınca da dengemi kaybettim. Ancak ayaklarım paslı parmaklıklar üzerinden  kayarken korkmadığımı hissettim. Ve düşmek o kadar da kötü değildi o anda.
Ben sırtımda boşluğu hissederken elimi yakaladı ve iyice uğursuzlaşan bakışlarını gözlerime dikti. O, herşeyi biliyordu.
“Neden yapıyorsun?” kısılmış, ifadesizleşmiş sesimle konuşmaya,  bu olayı anlamlandırmaya çalıştım
“Neden mi? Çünkü insanları seviyorum, onlar da beni seviyorlar!”
“Ne?”
“Anlamıyor musun, insanları seviyorum, onların beklenmedik olaylar karşısında verdikleri tepkileri izlemeyi, olayların bir parçasına dahil olmayı seviyorum. Onlar da beni seviyor, neredeyse hepsi beklenir, olası tepkiler veriyor, tıpkı düşündüğüm gibi! Söylesene Reyhan, insanlar beni sevmeseler nasıl bilebilirler ki düşüncelerimi?”
“Sen? Yani?”
“Ahah, sakın bu sözlerden seni kişisel olarak sevdiğim düşüncesini çıkarma, çok büyük bir hata yaparsın!”
“Sen bir ruh hastasısın!”Ne yani, buraya buraya benim ölümden nasıl korktuğumu mu izlemeye geldin? Ve sırf bunun için bir buçuk yıllık plan yapıyorsun?”
“Hahah!” suratına bir gülümseme yayıldı, anlamlandıramadığım, maske gibi bir gülümsemeydi bu. Sonra da devam etti.
“Yanılmışım. Düşündüğüm kadar zeki değilmişsin. Jetonun daha yeni düşüyor! Sen de şu ortalama bir zekayla ölüm ve türevlerinden korkan, hali hazırdaki düzene boyun eğen, fazlasıyla gerçekçi bir insansın. Ah, sıkıldım! Her şey planladığım gibi gidiyor, ne saçma! Yazık ki beni artık şaşırtan bir şey bu dünyada! O yüzden, Hasta la Vista, bebek!”
“Bekle!” dedim, bu şekilde ölmemeliydim! “O halde sen ölümden korkmuyorsun?”
“Nasıl korkabilirim ki Reyhan? Ben zaten tanrıyım!”
“Hayır, sen!” Sesim kesildi, o da elimi bıraktı. Hayır bu şekilde olmazdı!  Ne yani, bu kadar sudan bir sebepten mi gideceğim tahtalı köye? Egosunu tatmin etmeye çalışan bir ruh hastasının saçma salak zevklerine oyuncak olmak için mi herşey? Bırakma demek isterdim, ama artık çok geçti. Bedenim düşerken, ruhum da yükseliyor gibiydi…
Hissizlik..
Öfke…
Nefret…
Karanlık…
Haklıydı…
Hayatlarımız Geceden Daha Karanlıktı…
Ya da belki de, olmayabilirdi de.
Hızımın yavaşladığını hissettim. Daha önce hiç karşılaşmadığım bi nesne, duman gibiydi, bedenimi sarıyor, aynı zamanda da güven veriyordu. Durdum sonunda, gözlerimi açtım ben de. Az önce zorla düşürüldüğüm apartmanın çatısı ve aralarında kaldığım iki apartmanın yorgun renklerle geceden kurtulmaya çalışan duvarları boş, bomboşbir ifadeyle önümde gökyüzüne uzanıyordu. Gözlerimi bir kez daha kırptım ve ve duman beni yere bıraktı. Simsiyah bir dumandı bu. Yere indiğimde dönüp beni kurtaran şeyin ne olduğuna baktım. Buradaydı işte, birkaç metre uzağımdaydı. Kadınsı vücut hatları hemen dikkat çekiyordu. Üstünde her yerini kaplyan oldukça dar, siyah deri bir kıyafet, kafasında ise sarılı siyahlı bir kask var olduğu halde duvara dayadığı motorsikletine yaslanmış, bir eliyle de beni kurtarmakta kullandığı dumanları topluyordu.
Bu oydu!
Efsane başsız sürücü!
Gerçekti!
Korkak adımlarla yanına yaklaştım. Acaba beni duyabiliyor muydu?
“Sen? Neden beni kurtardın?” Sorum gecenin karanlığında yankı yaparken kafasını, daha doğrusu kaskını bana çevirip elindeki iPhone benzeri telefona bir şeyler yazdı. Sonra da telefon ekranını bana gösterdi, böylece iletişim kurabildiğini öğrenmiş oldum.
“Bazen hayat, düşündüğün kadar acımasız olmayabilir.”
***
Devam Edecek…

Comments (0)