Gitme diyemedim belki,deseydim bile kalırmıydın ki?
Severmiydin,durdururmuydun hırçın dalgalarımı?
Duyabilirmiydin çığlıklarımı?
Hissedebilirmisin bendeki sıcaklığını?

İnsanların beni dışlamaları,
Yetmezmi bana karşı onca artniyet.
Çektiğim acılar,yetmezmi mutlu olman için?
Söylesene,sevmekten başka ne yaptım sana?

Sen benim gönlümdeki baharların anlamıydın,
Gözlerimin güneşe yükselmesinin,
Sözlerimin esen rüzgarlara eşlik etmesinin,
Sen benim yatağımdan kalkma sebebimdin..

SEN

Sen ki güneşin doğuşu,yağmurun sesi,
Alsam seni içime,vermem o nefesi.

Bir vurgundur bendeki,sen ruhun neşesi,
İsmini sayıklar şiirlerim,dudaklarımın her hecesi.

Sabahlara senle uyandım,gözlerim dolu,
Karanfillerle süsledim yürüyeceğimiz yolu.

Geceler bağlanır,kaderimde bir kadın,
Gözyaşlarıma sorsan,kederimdir adın..
İçimdeki hayalleri oluşturan yüzün,
Kalbinde bir adam,varmı daha büyük hüzün,
Acımasızca eser durur,döndürür başımı güzün,
Kalbimde hep yerin var 'Mutlu ol'dur,son sözüm.

Zaman dediğin safsata,yalnızların dünyası,
Ne benlikler tadsada,durmaz denizimin deryası,
Hayallerimi katletsem,anlamaz,gülüşündür edası
Kalbim olmuş bin parça,elbet eksik vefası.
Yalnızlık 9 harften oluşan bir kelimedir. Ama taşıdığı anlam çok daha karmaşık çok daha yakıcıdır. Yalnızlığı 2 farklı kelime temsil edebilir. Bu kelimeler çoğu zamanda değişebilir. Bazen hayatın bizlere veremeyeceği bir mutluluk bazen ise hayatın bile veremeyeceği bir acıya dönüşebilir.Yani göreceli bir kavramdır,yalnızlık.Yalnızlığın görecesi bile görecelidir aslında.Yaşadığın kötü şeyler, hayatının en zor zamanları belkide başka birisinin cennetidir. O yüzden yalnızlık duyguların en saf halidir. En dokunulmamış,en yüce ruhtur yalnızlık.Yalnızlık her insanın kendi benliğindeki duyguların kelimelere dökülmüş halidir. Kelime hep aynı 9 harf,yalnızlık. Ancak taşıdığı anlam her kalpte farklıdır..
ELEŞTİRİLMEK 

    Eleştiri; bir sanatçı, konu veya herhangi bir şey hakkında olumlu veya olumsuz yorum yapmaktır.
    Bizler doğal olarak olumlu eleştirilerden hoşlanıyoruz. Birisi de gelip; "Ben bunu beğenmedim." dediğinde o kişi hakkında kötü düşüncelere kapılıyoruz. Fakat ben bunu doğru bulmuyorum. Hiçbir insan mükemmel olamaz. Hepimizin eksik yönleri mutlaka vardır. Birisi bu eksiğimizi gelip güzel bir dille belirtip bu eksik yönümüzü geliştirmemizi, tamamlamamızı isterse ne mutlu bize !
    Eleştiri insanların eksik yönünün tamamlanmasını sağlamakla birlikte bizlere eleştirmeyi de öğretecektir.
    Örneğin bir sanatçı düşünelim. Kendince resim çizen, duygularını resme döken bir sanatçı... Her insan o sanatçının ne düşündüğünü ve ne tür duygular içerisinde olduğunu nereden bilebilir ki ? Ama bunu kendisine söylesen; " Bunda anlaşılmayacak ne var ?" gibi cümlelerle size karşı saldırıya geçecektir. Halbuki bu düşünceyi aklının bir köşesine yazıp diğer eserinde insanların da duygularına hitap edecek şekilde bir eser verse belki de insanlar tarafından daha çok beğenilecektir.
    Artırabileceğimiz bu örnekleri göz önüne aldığımızda eleştirinin olumlusu da olumsuzu da olduğunu görüyoruz. Nasıl olumlu eleştirilerden hoşlanıyorsak, olumsuz eleştirilerden de hoşlanmalıyız. Çünkü bu olumsuz eleştiriler bizlerin eksik yönlerimizi tamamlamamızı sağlayacak ve bizi her açıdan geliştirecektir.

İLETİŞİM, DİL VE KÜLTÜR
İLETİŞİM
Duygu, düşünce ve isteklerin yazı, konuşma ve görsel-işitsel akla gelebilecek her türlü araçla aktarılmasına iletişim denir.

İletişim Niçin Gereklidir?
Kişi, sosyal çevrede sağlıklı ve mutlu bir yaşam sürmek için iletişim kurmak zorundadır.
İletişim hayatın vazgeçilmez bir gereğidir.
Ruhsal ve bedensel ihtiyaçlarımızı gidermek için iletişim gereklidir.
Toplumsal yasa ve kuralları sağlıklı bir şekilde işletebilmek için gereklidir.

İletişim Türleri:
* Dille gerçekleştirilen iletişim
* Jest ve mimiklerle gerçekleştirilen iletişim
* Resim, şekil, çizgi gibi sembollerle gerçekleştirilen iletişim
* Simgelerle gerçekleştirilen iletişim
Dil Nedir?
Dil, insanlar arasında anlaşmayı sağlayan, kendisine özgü yasaları olan ve ancak bu yasalar çerçevesinde gelişen, temeli bilinmeyen zamanlarda atılmış seslerden örülmüş bir anlaşma sistemidir.
Dilin Önemi ve Özellikleri
* Dil, gelişmiş bir iletişim aracıdır.
* Dil, seslerden oluşmuş bir anlaşma sistemidir.
* Tam anlamıyla anlatma ve anlaşma; seslerden örülü kurallar bütünü olan “dil” ile sağlanır.
* Dil, düşünce ve zekânın bir göstergesidir.
* Dil, canlı bir varlıktır.
* Dil, sosyal bir varlıktır.
* Dil, bir ortaklıktır.
Dilin Millet Hayatındaki Yeri ve Önemi
* Dil birliği, milleti oluşturan özelliklerin başında gelir.
* Bir milletin dili; onun tarihi, dini ve kültürüyle iç içedir.
* Millet için gerekli olan her şey, dilde saklanır.
* Dil; milletin manevî ve kültür değerlerini, millet olabilme özelliklerini bünyesinde sımsıkı muhafaza eder.
* Dil, milleti meydana getiren bireyler arasında ortak duygu ve düşünceler meydana getirir.
* Dil, milletin birlik ve bütünlüğünü sağlayan en güçlü bağdır.

DİL- KÜLTÜR İLİŞKİSİ
En genel anlamıyla kültür bir toplumun maddi ve manevi alanda ortaya koyduğu tüm eserlerdir. Toplumların yaşam biçimleri, gelenek-görenekleri kullandıkları araç gereçleri, inançları, dili, sanat anlayışı vb. kültürü oluşturur. Toplumlar yüzyıllar boyu maddi ve manevi alanda çok değerli eserler üretmişlerdir. Bu eserler gelecek kuşaklara dil sayesinde aktarılır. Örneğin İslâmiyet’ten önceki döneme ait destan, koşuk, sağu, savlar, Orhun Yazıtları, Dede Korkut Hikâyeleri, Yunus Emre’nin şiirleri dil sayesinde günümüze dek yaşamışlardır. Günümüz gençleri o eserleri okuyarak o dönemle ilgili bilgi sahibi olabilirler. Bu bilgilenme dil sayesinde olmaktadır. Bu bakımdan dil önemli bir kültür taşıyıcısıdır.

DİL VE KÜLTÜRÜN ORTAK ÖZELLİKLERİ:
a) Dil ve kültür geçmiş ile gelecek arasında bir köprü vazifesi görür.
b) Bir toplumun oluşmasında ve ayakta kalmasında ortak dil ve kültürün önemli bir payı vardır.
c) Kültür ve dil bir toplumun yaşayış biçiminden önemli izler taşır.
d) Kültür ve dil bir milletin en önemli ortak özelliklerindendir.

İLETİŞİM ÖĞELERİ 
Gönderici ile alıcı arasındaki bilgi alışverişine iletişim denir. Yani her türlü bilgi alışverişi iletişimdir. Bu alışveriş her şekilde olabilir. Sözlü, yazılı, sanal... işaret, simge aracılığıyla, hatta el kol hareketleri ile...

GÖNDERİCİ (KAYNAK/ VERİCİ): İletişimi başlatan taraf... Gönderici; kişi ya da kişiler olabileceği gibi kurum da olabilir. Göndericinin, paylaşmak istediği bilgisi (ileti/ mesaj) vardır. Bu, her türden bilgi olabilir.

ALICI: Göndericinin gönderdiği bilgiyi (ileti/mesaj) alan taraf... Göndericinin muhatabı da diyebiliriz. Alıcı, tıpkı gönderici gibi kişi, kişiler veya kurum olabilir.

İLETI (MESAJ): Göndericinin alıcıya gönderdiği her türlü bilgi... Beti sözlü, yazılı, görsel; hatta bir işaret bile olabilir.

KANAL: İletilerin kullanıldığı somut araçlar: Kitap, defter, ileti kaydedilmiş taş parçası, bilgisayar ekranı, CD, kaset... Sözlü iletişimde ise ses dalgaları olabilir.

DÖNÜT: Alıcının iletiye verdiği tepki.

KOD: iletinin üretildiği şifreleme sistemi. Bütün doğal diller koddur. Mesela Türkçe.

BAĞLAM: İletişimde görev alan unsurların birlikte meydana getirdikleri ortam... Bir söz unsurunun aynı kişilerde farklı zamanlarda farklı algılanmasının nedeni bu iletişimin gerçekleştiği bağlamdır.

BAĞLAM: Kelimelerin farklı ortamlarda değişik anlamlar ifade edecek şekilde kullanılmasına da bağlam denir. Yani bir kelime farklı cümlelerde değişik anlamlarda kullanılabilir.

GÖSTERGE: Kendi dışında bir başka şeyi gösteren, düşündüren, onun yerini alabilen nesne, görünüş ya da olguya denir.

Göstergeler ikiye ayrılır: 
Dil göstergeleri, 
Dil dışı göstergeler


GÖNDERGE: Göstergelerin gerçek dünyadaki karşılığıdır. ;göstergesidir. Zaten dil, göstergelerden oluşan bir sistemdir.

DİL DIŞI GÖSTERGELER
1. BELİRTİ(DOĞALGÖSTERGE):
Amacı olmayan, istem dışı gelişen doğal göstergelerdir. Bunların bir amacının olmaması, anlamının da olmadığını göstermez. Mesela "kar"ın yağması kışın, yüksek ateş hastalığın belirtisidir.

2. BELİRTKE: İletişim kurma, bir ileti aktarma, bir bilgi verme amacı içeren göstergelerdir. Gösterenle gösterilen arasındaki ilişki bu göstergelerde nedensiz ve uzlaşımsaldır. Örneğin üçgen ( V ) işareti trafik levhasında "yol ver" demektir. Bu işaretin bu anlam için seçilmesinin herhangi bir nedeni yoktur; ama amacı vardır. Amaç, toplumsal uzlaşma. Ayrıca tehlike, alarm göstergeleri; gemilerde kullanılan bayraklar, sirenler; demiryollarında kullanılan ışıklar, çeşitli iletileri taşıyan kol hareketleri; trafik ışıklan, bir kod olan Mors alfabesindeki her bir harfi ya da rakamın göstergesi de belirtkedir.

3. GÖRSEL GÖSTERGE (İKON): Bir gerçekliği doğrudan doğruya aktaran bütün şekiller birer ikondur. Fotoğraf ve resimler...

4. SİMGE: Uzlaşmaya bağlı olarak soyut ve sayılamayan tek bir gösterilene göndermede bulunan görsel biçimdir. Örneğin bir güvercinin fotoğrafı ya da resmi bir ikondur. Aynı resim Birleşmiş Milletler binasının duvarında durduğunda bir simgeye dönüşür. Çünkü bu resmin gönderme yaptığı şey, güvercinin kendisi değil, bir uzlaşma sonucunda karar kılınan "barış"tır. Kalp, aşkın; dengede duran terazi adaletin; kum saati, zamanın simgesidir. Aynı gösterge her toplum ve medeniyet için ayrı bir şeyin simgesi olabilir.

DİLİN İŞLEVLERİ
1. GÖNDERGESEL İŞLEV (GÖNDE RİCİLİK İŞLEVİ):
Dil, göndergeyi olduğu gibi ifade ederse bu işlev söz konusudur. Bu, başka bir ifadeyle dilin bilgi verme işlevidir. Burada amaç, gönderge konusunda alıcıya doğru, nesnel, gözlemlenebilir bilgi vermektir. Mesela gazete haberlerinde dil, göndergesel İşlevinde kullanılır.

2. HEYECANA BAĞLI İŞLEV: İleti, göndericinin iletinin konusu karşısındaki duygu ve heyecanlarını dile getirme amacıyla oluşturulmuşsa bu işlev söz konusudur. Dilin göndergesel işlevinde nesnellik, heyecana bağlı işlevinde öznellik hâkimdir. Özel mektuplarda, öznel betimlemeler ve anlatılarda, lirik şiirlerde, eleştiri yazılarında dilin heyecana bağlı işlevinden sıkça yararlanılır. Yani kişisel duygu ve düşüncelerin olduğu cümlelerde dilin bu işlevi kullanılır.

3. ALICIYI HAREKETE GEÇİRME İŞLEVİ: ileti, alıcıyı harekete geçirmek üzere düzenlenmişse dil, bu İşlevde kullanılmıştır. Alıcıda davranış değişikliğini amaçlar. Dil daha çok reklâmcılık sektöründe bu işlevde kullanılır. Aşk söylemleriyle propaganda amaçlı siyasi söylevler, reklâm metinleri, genelgeler, el ilanları, yemek tarifleri genellikle dilin bu işleviyle oluşturulur. Emir, telkin, öneri cümlelerinde bu işlev vardır.

4. KANALI KONTROL İŞLEVİ: İleti, kanalın iletiyi göndermeye uygun olup olmadığını öğrenmek amacıyla düzenlenmişse bu işlev kullanılır. Amaç iletişimin sürekliliğini sağlamaktır. Ayinlerde, törenlerde, uzun söylevlerde, aile yakınları ya da sevgililer arasındaki konuşmalarda bu işlev sıkça kullanılır. Örneğin öğretmenin sınıfa “Anladınız mı?” demesinde bu işlev söz konusudur.

5. DİL ÖTESİ İŞLEV: İleti, dille ilgili bilgiler vermek üzere düzenlenmişse bu işlev kullanılmış demektir. Bu tür iletilerde dil göstergelerinin göndergesi dilin kendisidir. Bu işlevde iletiler; dili açıklamak, dille ilgili bilgiler vermek için düzenlenir. Yani bu cümle (ileti) dilin kendisini açıklayan, göstergesi de göndergesi de dil olan bir yargıdır.

Daha çok bilimsel metinlerde ve öğretme amaçlı konuşmalarda karşımıza çıkan bu işlev günlük hayatta da kullanılır. "Beni yanlış anlama, bu sözcüğü mecaz anlamda kullandım." cümlesinde olduğu gibi.

Bu işlevin amacı da tıpkı göndergesel işlev gibi nesnel bilgiler vermektir. Tek farkı dil ile ilgili bilgiler vermeyi amaçlaması...

6. ŞİİRSEL (POETİK) İŞLEV: İletinin iletisi kendinde ise dil, bu işlevde kullanılmıştır. Bu durumda ileti, kendi dışında herhangi bir şeyi ifade etmez. Obje, iletinin kendisidir. Örneğin şiirlerde şiirin amacı o şiirin kendisidir. Bir şiir sadece şiir olduğu için önemli ve anlamlıdır. Şiirsel metinler kendinden başka bir şeyi ifade etmeye ihtiyaç duymaz. Yani şiirin gerçekliği şiirin kendisindedir. Bu gerçeklik, kurmaca bir dünyanın ürünüdür. Dilin şiirsel işleviyle yazılan metinlerde kurmacanın egemen olması; iletinin insandan, hayattan ve yaşanılan dünyadan tümden soyutlanması demek değildir. Bu işlevde dil, insana özgü durumları sanatsal gerçekliğe dönüştürmede bir araç gibi kullanılır. Burada karşımıza çıkan gerçeklik, sanata özgü gerçekliktir. Edebi metinlerde (şiir ya da düz yazı) şiirsel işlevin hâkimiyetinde dilin diğer işlevleri de kullanılır.

Bir metinde ya da konuşmada dil, birden çok işlevde kullanılabilir. Ama bir işlev daha belirgindir.

ANLATIM TÜRLERİ

1. ÖYKÜLEYİCİ ANLATIM (HİKÂYE ETME):
Öyküleyici anlatım (anlatma) esastır. Bir anlatıcının bir olayı veya birbiriyle İlişkili olayları anlatması veya nakletmesi sonucu ortaya çıkan anlatıma "öyküleyici, anlatım" denir. Bu anlatım türünde olay, kişi, zaman, mekân, anlatıcı ortak öğelerdir. Bir arada bulunmak zorunda olan en az iki kişinin veya iki kişi yerine geçen kavram veya varlığın bireysel farklılıklar sebebiyle karşı karşıya gelmesi veya çatışması sonucu ortaya çıkan eyleme "olay"; eylem zincirine de "olay zinciri" denir. Sanat metinlerinde "olay örgüsü", öğretici metinlerde "olay zinciri" söz konusudur. Olay zincirinde yaşanmış olay aynen anlatılırken, olay örgüsü kurmacadır. Olay kurmaca da olsa gerçekleşebilir, yani gerçekçi olmalıdır. Yine öğretici metinlerde anlatıcı, gerçek kişi iken sanat metinlerinde, kurmaca kişidir. Sanat metinlerinde anlatıcı 3 temel bakış açısının birinden hareketle olayı, mekanı, kişileri ve zamanı anlatır.

Öyküleyici anlatım hem "öğretici metinler"de hem de “sanat metinleri”nde kullanılır.

SANAT METİNLERİNDE 3 TEMEL BAKIŞ AÇISI

İLAHİ BAKIŞ AÇISI :
Anlatıcı her şeyi bilir. Kişinin aklından geçenleri, başına gelecekleri, kimsenin bilmediği saklı gerçekleri...
KAHRAMAN BAKIŞ AÇISI (1 şahıs ağzından) : Anlatıcı metindeki kahramanlardan bindir, olayları kahraman kadar bilir.
GÖZLEMCİ BAKIŞ AÇISI (3 şahıs ağzından): Anlatıcı olup biteni kamera sessizliğiyle arkadan izler.

2. BETİMLEYİCİ ANLATIM: Bu anlatım türünde tasvir (betimleme) esastır. Bir olayı, varlığı tüm özellikleri ile tanıtmak söz konusudur. Adeta kelimelerle resim yapmaktır, iki türlü betimleme vardır.

Ruh çözümlemeleri de betimlemedir; ancak buna "tahlil" denir. Bir kişinin fiziksel ve karakter özelliklerinin betimlenmesine ise "portre" denir.

                                         BETİMLEME
SANATSAL BETİMLEME        AÇIKLAYICI BETİMLEME

              özneldir                                    nesneldir

3. COŞKU VE HEYECANA BAĞLI ANLATIM(LİRİK ANLATIM): Coşturucu anlatımda "ben" ve "biz" zamiri hareket noktası durumundadır. Bu anlatımda duygu ve çağrışım değeri olan kelimeler vardır. Heyecan, mutluluk veya mutsuzluk ifade eden; dinî duyarlılık, derin düşünce, yüceltme gibi hâlleri dile getiren söz öbekleri kullanılır. Lirik şiirler bu anlatım türünün en belirgin örnekleridir.

4. DESTANSI (EPİK ANLATIM): Öyküleyici anlatıma benzer. Bu anlatım türünde de olay, kişi, zaman, mekân, anlatıcı ortak öğelerdir. Yalnız burada anlatıcı, ilahi bakış açısını kullanır. Olayda gerçek ve hayal iç içedir. Gerçekten olan bir olay, nesilden nesle aktarılırken zamanla olağanüstü özellikler kazanır. Destanlarda bu anlatım türü kullanılır.

5. EMREDİCİ ANLATIM: Emredici sözlü ve yazılı anlatım, okuyucuyu bir iş yapmaya, bir eylemde bulunmaya, bir davranışı gerçekleştirmeye zorlar. Alıcı durumundaki okuyucu veya dinleyici kendisine söyleneni yerine getirip getirmeme durumundadır. Bu tür metinlerin öğretici ve açıklayıcı yönleri de vardır. Ama öğretici ve açıklayıcı metinlerden farklıdır; çünkü bu anlatım türünde emir, telkin, öneri ifade eden kelime ve kelime grupları çokça kullanılır. Kanun ve yönetmelik metinleri, kullanma kılavuzları, uyulması gereken kuralları bildiren bütün metinler, reklâm metinleri vb. bu anlatım türünde yazılmıştır.

6. ÖĞRETİCİ ANLATIM: Açıklama, aydınlatma, bilgi verme amacı vardır. Öğretici metinlerde kullanılan bu anlatım türünde söz sanatlarına, dilin bünyesine mal olmamış yan anlam İfade eden kelime ve kelime gruplarına yer verilmez. Öğretici metnin anlaşılması ve yorumlanması için okuyucu verilen bilgiyi kavrayabilecek birikime sahip olmalıdır. Mesela tıpla ilgili bir makaleyi anlamak için tıp konusunda gerekli birikime sahip olmak gerekir.

7.AÇIKLAYICI ANLATIM: Açıklayıcı yazılar sorunu ortaya koyan cümle veya cümlelerle başlar. Sorunu çözümleyen açıklamalar, örnekler, karşılaştırmalar ile devam eder. Özetleyici, yargı bildiren ifadelerle sona erer. Bu anlatım türünde kelimelerin gerçek anlamda kullanılmasına özen gösterilir. Kesin ve açık ifade önemlidir. Açıklayıcı anlatımda tanımlama, açıklayıcı betimleme, sınıflandırma, örneklendirme, benzerlik ve karşıtlıklardan yararlanarak metinler düzenlenir.

8. TARTIŞMACI ANLATIM: Bu anlatım türünde farklı görüşler söz konusudur ve karşıtlarını çürütecek bir önerme vardır.

9. KANITLAYICI ANLATIM: İnandırma, aydınlatma, bir başkasına kendi görüşünü kabul ettirme amacım taşır. Örneklere, farklı kişilerin düşüncelerine başvurulur. Kanıtlayıcı metinlerde kavramları tanımlama ve açıklama önemlidir. Okuyucuyu veya dinleyiciyi ikna etmek, düşündürmek ve üzerinde durulmak istenen konudan uzaklaşmamak için bazı kelime, kelime grubu veya cümleler aralıklarla tekrar edilir.

Tartışmacı anlatıma benziyor; ancak kanıtlayıcı anlatımda kendi görüşünü kanıtlamanın yanında açıklama, aydınlatma amacı da vardır. Oysa tartışmacı anlatımda amaç, sadece karşıt görüşmeleri çürütmektir.

10. DÜŞSEL (FANTASTİK) ANLATIM: Çağrışıma bağlı, olağandışı durumların anlatıldığı, hayal gücünün serbestçe işlemesiyle oluşan anlatım türüdür. Masal, bilimkurgu roman, öykü gibi türlerde kullanılır. Harry Potter, Yüzüklerin Efendisi, Örümcek Adam, Süpermen gibi filmlerin metinleri bu anlatım türünün en belirgin örnekleridir.

11. GELECEKTEN SÖZ EDEN ANLATIM: Bu, fantastik ya da gerçekçi bir metin olabilir. Özelliği gelecekten söz etmesidir.

12. SÖYLEŞMEYE BAĞLI ANLATIM (DİYALOG): Sohbet, diyalog, mülakat adı verilen metinler söyleşme çevresinde oluşur. İç konuşma (monolog) da söyleşmeye dayanır. Günlük hayat, roman, hikâye ve tiyatrolarda karşılıklı konuşma (diyalog) ve ikiden fazla kişinin konuşmasına bağlı metinler söyleşme anlatım türü çevresinde oluşur.

13. MİZAHİ ANLATIM: Mizahi metinler alıcıyı güldürme, eğlendirme eylemi içinde düşündürme amacıyla düzenlenir. Öne çıkarılan güldürme ve alay cümleleri içinde eleştirme, yerme anlamı gizlidir. Güldürücü roman, öykü, senaryo, fıkra, masal gibi metinlerde bu anlatım kullanılır. Güldüren metin veya metin parçalarında gülmeye sebep olan karşılaştırmalar, durumlar, hareketler, kelime ve kelime grupları belirtilir. Bu yazılarda ses, hareket, konuşma, görünüş taklitleri vardır.


METİN TÜRLERİ

Aşağıdaki şemada da belirtildiği gibi "edebi" ve "öğretici" olmak üzere iki çeşit vardır. Edebi metinler kurmacadır, özneldir, bilgi vermek amacı taşımaz. Amacı; estetik zevk vermek ve heyecan uyandırmaktır. Öğretici metinler ise kurmaca değildir, bu metinlerde gerçeklik söz konusudur. Öğretici metinler nesneldir; amaçlarının arasında "haber vermek, bilgi vermek, ikna etmek, kanıları değiştirmek, uyarmak, düşündürmek, yönlendirmek, tanıtmak" yer alır. Hem edebi metinler hem de öğretici metinlerde "anlatmaya bağlı metinler" in olduğuna dikkat etmek gerekir. Anlatmaya bağlı metinler kendi arasında "öğretici" ve "sanat metinleri" olmak üzere gruplandırılabilir.






                                                                                                             Alparslan YILMAZ


KAYNAKÇA

1. MEB Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı DİL VE ANLATIM DERSİ Öğretim Programı ve Kılavuzu. MEB. Ankara, 2005

2. Ortaöğretim Dil ve Anlatım 9 Sınıf; MEB. Ankara, 2006

3. Ortaöğretim Türk Edebiyat 9 Sınıf; MEB. İstanbul. 2006

4. Ortaöğretim Dil ve Anlatım 10 Sınıf Ders Kitabı. MEB. Ankara, 2006

5. Lise Dil ve Anlatım 9. Prof. Dr. Şerif AKTAŞ. Bilge Ders Yayınları, Ankara, 2005

6. 9 Sınıf Türkçe-Türk Edebiyatı-Dil ve Anlatım, Yusuf ARAS. Esen Yayınları. Ankara, 2007







EDEBİYAT, İNSAN VE TOPLUM
Güzel sanatları diğer eserlerden ayıran en önemli özellik insanda coşku ve estetik haz uyandırmasıdır. Güzel sanatlar için yapılan en iyi sınıflama bu sanatların kullandıkları malzemelere göre yapılan sınıflandırmadır. Bu malzemeler fonetik ve plastik olarak ikiye ayrılır. Sesle yapılan sanatlara fonetik sanatlar, görüntüyle yapılan sanatlara ise plastik sanatlar denir. Güzel sanatların genelinde plastik malzeme kullanılırken edebiyat ve müzik ise sese dayalı bir sanattır.
Edebiyatın malzemesi kelimelerdir ve edebiyat dille gerçekleştirilen bir güzel sanatlar etkinliğidir. Edebiyatın asıl amacı güzel sanatların en önemli öğesi olan estetik zevk duygusunu dil aracılığıyla gerçekleştirmektir. Edebiyatta fayda sağlamak amaç olarak her zaman ikinci plandadır
DİLİN İNSAN VE TOPLUM HAYATINDAKİ YERİ
EDEBİYAT, İNSAN VE TOPLUM
Edebiyat; Tanımı, Konusu, İçeriği, Yöntemi
—Duygu ve düşüncelerin söz ya da yazıyla etkili ve güzel bir biçimde anlatılması sanatına edebiyat denir. Edebiyat, sözcüğü Arapça ''edep'' sözcüğünden türemiştir. Edebiyat sözcüğü ilk kez Tanzimat döneminde Şinasi tarafından kullanılmıştır. Şinasi'den önce nazım ve nesir türlerindeki eserlere ''şiir ve inşa'' denilmekteydi.
— Bir dil ürünü olan yazılı ve sözlü eserlerin tümü. Bu bakımdan bir gazete haberinden sanat değeri taşıyan hikâye, roman, deneme, fıkra türüne kadar her türlü yazı edebiyat eseri sayılır.
Edebiyatın Konusu
Yazar ve şairlerin ortaya koydukları eserlerde ele alıp işledikleri her şey, edebiyatın konusunu oluşturur.
Edebiyatın İçeriği
Dil ürünlerinde kullanılan üsluptur. (hikâye, roman, deneme, fıkra, makale vb.) edebiyatın içeriğini oluşturur.
Edebiyatın Yöntemi
Dil ürünlerinin tüm özelliklerinin tarihi akış içinde bilimsel olarak incelenmesi de edebiyatın yöntemini oluşturur.
Edebî Eser; Tanımı ve Özellikleri
İnsanın duygu ve düşüncelerini; özlem ve dileklerini estetik ölçüler içinde anlatan ve okuyucuda güzellik duygusu yaratan dil ürünlerine edebî eser denir.
Edebi Eserin Özellikleri:
· Edebî eser okuyanı etkilemelidir.
· Anlatımı güzel düşüncesi sağlam ve özlü olmalıdır.
· Konusu; ait olduğu toplumun ve yazıldığı dönemin özelliklerini yansıtmalıdır.
· Eser zamanın süzgecinden geçtikten sonra toplumca anlaşılıp beğenilmelidir.
· Duygu ve düşünceler belli bir edebî türe uygun olarak anlatılmalıdır.
· Eser estetik ölçüler içinde, belli bir sanat anlayışıyla yazılmalıdır
Edebiyat Tarihi ve Önemi
Bir ulusun çağlar boyu yarattığı sözlü ve yazılı dil ürünlerini ve onların yazarlarını bilimsel bir yöntemle tarihi akış içinde inceleyen bilim dalına edebiyat tarihi denir. Edebiyat tarihi bir ulusun geçmişteki düşünce yapısını, dünya anlayışını, kültür ve uygarlık birikimini yeni kuşaklara aktarır. Böylece kuşaklar arasında köprü kurarak yeni kuşakların daha iyiyi, doğruyu, güzeli bulmalarına yardımcı olur.
Bizde Tanzimat dönemine kadar edebiyat tarihi tezkirelerden ibaretti.
Tezkire: Şairlerin hayat hikâyelerini anlatan biyografi türünden eserlere denir.
Başlıca edebiyat tarihi yazarlarımız şunlardır: Ziya Paşa, M. Fuat Köprülü, Agâh Sırrı Levend, Ahmet Hamdi Tanpınar, Nihat Sami Banarlı
Dil-Kültür-Edebiyat İlişkisi
Dil, insanların duygu düşünce ve düşlerini; özlem ve isteklerini anlatma aracıdır.
Kültür ise; dil, din, ülkü gibi ortak duygu ve düşüncelerin bizde yarattığı değişim ve bileşimdir. Bu nedenle dil bir ulusun temel taşıdır. Dil kültür değerlerimizi geleceğe taşır ve edebiyatın da temel öğesidir.
Dil, edebiyatın temel öğesi; edebiyat, kültür birikiminin kendisidir. Görüldüğü gibi dil, kültür ve edebiyat birbirinin tamamlayıcısıdır.
Edebiyatın Diğer Bilim Dallarıyla İlişkisi
Edebiyatın temel öğesi olan dil diğer bilim dallarının da anlatım aracıdır. Bundan dolayı felsefe, psikoloji, sosyoloji, hatta tarih, coğrafya, ekonomi vb. diğer bilim dallarıyla yakından ilişkisi vardır.
Araştırmacılar da edebiyat araştırmalarında yazarın biyografisini yazarken tarih biliminden, yaşadığı ortamı yazarken sosyoloji biliminden, yazarın içinde bulunduğu ruhsal durumu anlatırken ise psikolojiden faydalanırlar.
Yazarı etkileyen toplumsal, siyasal ve felsefî görüşleri de diğer sosyal bilimlerin yardımıyla ortaya koyarlar.
Kaynak: www.turkceciler.com
Hüzünlüdür tren garı..
Bir başka sükût vardır o kalabalıkta..
Treni beklerken binbir düşünce ve birkaç sigara!
Tren gelir..
Meğer sen gibi onlarcasının buluşma yeridir
Kimi eşinden, kimi memleketten, kimi sevgiliden;
Ayrılığa kavuşmaya gelmiş cümle alem..
Hareket eder koca demir yığını
Serer önüne pişman olduğun her bir anını..
Akıtmaya başlarsın raylara gözyaşlarını
Çağlayanlar akar, sel olur taşar
Gider yollar, kalır ümitler
Hücre hücre ağlarsın yalnızlığına
Aman! Duymasın kimsecikler sessiz ağla;
Yol daha uzun nasılsa..
Binlerce hayat geçersin iki yanında
Dersin acaba, var mıdır ben gibi o yaşamlarda
Uyku tutmaz sert koltuklarda,
Ayık da olamazsın hasretin acısıyla
Ve bir sigara daha yakarsın yalnızlığına..
İlk ışıklarıyla uyanırsın günün,
Çok uzağındasın artık sevda gülünün
Hayatlar farklı, insanlar farklı, şehir farklı;
Değişti her şey dersin ancak
Sen aynı..

1.7.'10-Adana Tren Garı

MİLLİ EDEBİYAT DÖNEMİNDE SADE DİL VE HECE ÖLÇÜSÜYLE YAZILMIŞ ŞİİRLER

    Sade dil ve hece vezni ile yazılan bir şiir hareketinin oluşmasında ve gelişmesinde GENÇ KALEMLER dergisi önemli bir işlev görmüştür.
   “Genç Kalemler”,1910-1912 yıllarında Selanik’te yayınlanan milliyetçi bir fikir dergisidir. “Hüsün ve Şiir” adı altında yayın hayatına başlayan dergi, 8. sayıdan itibaren “Genç Kalemler” adını alır. Adını alır. Derginin başyazarı ise Ali Canip Yöntem’dir. Dergide, 1911 yılının nisan ayında Ömer Seyfettin tarafından “Yeni Lisan” adlı bir makale yayımlanır.
   Yeni Lisan hareketinin özünü, dilde sadeleşmenin  gerçekleşmesinin, Türkçeden yabancı kuralların çıkarılması ve yazı dili ile konuşma dili arasındaki ayrımın ortada kaldırılması oluşturur. Bu hareket dilde birliği ve ulusallaşmayı savunmuştur. “Ziya Gökalp”ın
   “Aruz sizin olsun hece bizimdir,
    Halkın söylediği Türkçe bizimdir;
    Leyl sizin, şeb sizin, gece bizimdir,
    Değildir bir mana üç ada muhtaç.”

dizeleriyle ortaya koyduğu anlayış bir ilke haline gelmiş; hece ölçüsüyle şiir yazmak, aruzla şiir yazan şairleri de etkileyecek şekilde edebiyatta yer etmiştir.
Özellikleri:
•   Sade bir dil kullanılmıştır.
•   Hece vezni kullanılmıştır.
•   Halk şiirinden yararlanılmıştır.
•   Halkın ve ülkenin sorunları işlenmiştir.
•   Öğretici niteliği ağır basan şiirler yazılmıştır.
•   Milliyetçilik ve Türkçülük fikrini işleyen, milli coşkuyu artırıcı şiirler yazılmıştır.
•   Şiirlerde yalnız dörtlük değil, değişik dize kümeleri kullanılmış, Batı edebiyatı kaynaklı nazım şekillerinden yararlanılmıştır.
Milli Edebiyat Döneminde Sade Dil ve Hece Ölçüsüyle Yazılan Şiirlerde Ahengi Sağlayan Unsurlar:
   Milli Edebiyat Akımı şairleri şiirde ölçü ve uyağa önem vermişler, çoğu zaman doldurma uyaklarla ahengi sağlama yoluna gitmişlerdir. Hece ölçüsü kullanmaları da şiirde ahengi sağlamaya yönelik bir adımdır.
Ritim Özellikleri:
   Ritim hece ölçüsündeki duraklarla sağlanmıştır. Ses tekrarları ve sözcük tekrarları da ritmi sağlamaya yardımcı olur.
Ses ve Söyleyiş Özellikleri:
   Milli Edebiyat şairlerinin, özellikle gençleri vatan savunmasına teşvik edici şiirlerinde ve Türklük fikrinin aşılandığı manzumelerinde coşkulu bir söyleyiş göze çarpar. Ancak onların Servet-i Fünûn şairleri gibi bireysel duyarlılıkları anlattıkları duygusal şiirleri de vardır.
Yapı:
   Halk edebiyatından esinlenmiş olsalar da heceyle yeni kalıplar denemekten geri durmamışlardır. Hatta Batı kaynaklı nazım şekillerini (sone) de kullanmışlardır.
Söz Sanatları ve İmge:
   Şiirlerini söz sanatları ile süsleme gibi bir tavır takınmamışlardır. Ancak benzetme, teşhis, tekrir gibi Halk şirinde sıkça kullanılan söz sanatlarını sıkça kullanmışlardır. Şiirleri imge açısından da çok zengin değildir. Çünkü onlar olabildiğince düz, yalın, açık, anlaşılır, düz şiirler yazmışlardır. Şiirlerin önemli bir kısmında kuru bir didaktizm göze çarpar.
ZİYA GÖKALP (1876–1924)
     Şiirleri de düz yazıları da fikir ağırlıklıdır. O, bunlarda sanatsal bir ağırlığa yönelmediği gibi dilsel bir yetkinliğe ulaşamamıştır. Onun en büyük özelliği Türkçülük sisteminin bir düzene bağlamasıdır.
     Milli Edebiyat Akımına düşünsel yönden büyük katkılar sunmuştur.
     Edebiyatımızın gelişmesi için halka, ulusal kaynaklara gidilmesi, yalın bir dil kullanılması, aruz yerine hece ölçüsünün tercih edilmesi konuşma dili ile yazı dilinin birleştirilmesi, Halk edebiyat ile Batı edebiyatının örnek alınması gerektiğini savunur.
     Eserinde sade, konuşma diline yakın, doğal, kolay anlaşılır bir dil kullanmıştır. Türk mitolojisinden, Türk folklorundan, Dede Korkut Hikâyelerinden, masalardan yararlanılır.
Hece ölçüsünün benimsenip yaygınlaşmasında büyük rolü olmuştur.
İnceleme, makale, didaktik şiir, manzum destan, masal türlerinde eserler vermiştir.
ESERLERİ:
Yeni Hayat, Kızıl Elma, Altın Işık (Şiir)
Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak
Trükçülüğün Esasları
Türk Medeniyet Tarihi
Malta Mektupları


MEHMET EMİN YURDAKUL
*Tanzimat Döneminde ortaya çıkan “halk için halk diliyle yazma” anlayışını Servet-i Fünûn Döneminde yeniden canlandıran sanatçı Mehmet Emin Yurdakul’dur.
*Şiirlerinde Türk milletinin yüceliğini haykırır.
*1897’de Türk-Yunan Savaşı sırasında “Cenge Giderken” adlı şiiri yazmıştır. Bu şiiri yazmıştır. Bu şiirin ilk dizesi olan “Ben bir Türküm; dinim, cinsim uludur.” sözüyle edebiyatımızda yeni bir çığır açmıştır.
*Şiirlerinde kahramanlık ve milli bilinci öne çıkararak savaşa giden halkı cesaretlendirmiştir.
*Konuşma diliyle ve hece ölçüsüyle şiirler yazmak gerektiği üzerinde durmuştur.
*Türkçe şiirler adlı kitabıyla edebiyat çevrelerinde sesini duyurmuştur. Onun bu eseri ile Türkçülük edebiyat alanına girmiştir.
*Sade dil ve hece ölçüsü ile şiirler yazan ilk şairdir.
*Milli duyguları ve sosyal konuları işlemiştir.
*Dil ve şekil özellikleri bakımından halk şiirinden etkilenmiştir.


Cenge Giderken
Ben bir Türk'üm; dinim, cinsim uludur;
Sinem, özüm ateş ile doludur.
İnsan olan vatanının kuludur.
Türk evladı evde durmaz giderim.

Muhammed'in kitabını kaldırtmam;
Osmancık'ın bayrağını aldırtmam;
Düşmanımı vatanıma saldırtmam.
Tanrı evi viran olmaz, giderim.

Bu topraklar ecdadımın ocağı;
Evim, köyüm hep bu yerin bucağı;
İşte vatan, işte Tanrı kucağı.
Ata yurdun, evlat bozmaz, giderim.

Tanrım şahit, duracağım sözümde;
Milletimin sevgileri özümde;
Vatanımdan başka şey yok gözümde.
Yâr yatağın düşman almaz, giderim.

Ak gömlekle gözyaşımı silerim;
Kara taşla bıçağımı bilerim;
Vatanımçin yücelikler dilerim.
Bu dünyada kimse kalmaz, giderim.
              Mehmet Emin Yurdakul


     Mehmet Emin Yurdakul “Anadolu’dan Bir Ses yahut Cenge Giderken” adlı bu şiirini, 1897′de Türk-Yunan Savaşı üzerine yazmıştır. Bu onun ilk şiiridir. Şiir, Selanik’te Asır gazetesinde yayımlandığında büyük yankı uyandırmıştır. Anadolu insanının vatanı uğruna her türlü fedakârlığa katlanacağı düşüncesini dile getiren şair, bu şiiriyle genç nesillerin gönlünde millî uyanışın ateşini yakmıştır. Bu şiirde, bir aydının ilk kez millî bilinç ve övünçle halka seslendiği görülür.
     Bu şiirde Türkçülük akımının etkisi daha ilk dizede “Ben bîr Türküm şeklinde kendini gösteriyor. Bu dizede din, milliyet ve cinsin (soy) ululuğundan söz edilerek Türklük vurgusu yapıyor. Şair daha sonra, Türk evladının vatan kulu olduğunu belirterek onu korumak için evde durmayıp savaşa gideceğini söylüyor. Daha sonra gelen dizelerde de Hz. Muhammed, Kur’an-Kerim ve Osman Bey’e göndermeler yapıyor. Burada bu sözüyle devlete işaret ediyor. Bunları korumak için cepheye gidilmesi gerektiğini haykırıyor. Ecdadımızın ocağı olan bu topraklar için Tanrı evinin, yani camilerin viran olmaması için her Türk evladının cepheye koşa koşa gideceğini belirtiyor. Bu şiirin ana temasının milliyetçilik ve Türkçülük olduğunu, şiirde derin bir vatan sevgisinin işlendiğini söyleyebiliriz. Bu kavramlar, savaşa giden bir Anadolu köylüsünün duyguları etrafında dile getirilmiştir.
     Biçimsel olarak baktığımızda ise bu şiirin dörtlüklerle, 11′li hece ölçüsüyle ve yalın bir dille yazıldığını görüyoruz. Şiir bu yönüyle Halk şiirinden izler taşımaktadır. Dörtlüklerin ilk üç dizesi kendi içinde uyaklı, dördüncü dizeler ise bütün şiirde birbiriyle uyaklıdır, (aaab-cccb-dddb…) Ne var ki şair, şiirin biçimsel yönü üzerinde fazla özenli davranmamış. Çünkü bu konuda şiirin bütününde bir birlikten söz edilemiyor.
Bu şiirin önemli özelliklerinden biri de dil ve şekil özelliklerini Türk Halk şiirinden almasıdır. Mehmet Emin Yurdakul’un, halkın konuşma dilini ve hece ölçüsünü esas alarak açtığı bu çığır, Türkçülük fikirleriyle beslenerek Millî Edebiyat akımının temellerini oluşturmuştur. Kullanılan dil bakımdan şiirin oldukça yalın bir dille yazıldığını görüyoruz. Hele şiirin yazıldığı dönem göz önüne alındığında son derece açık, anlaşılır bir Türkçenin kullanıldığını söyleyebiliriz. Şairin Türkçe kökenli bazı sözcükleri kullanmada da hassas davrandığını söylemek mümkündür. Örneğin, “Allah” sözü yerine “Tanrı” sözünü kullanması bunu gösteriyor.
     Sonuçta bu şiiri ortaya çıktığı dönemin koşulları içinde ele almak gerekir. Mehmet Emin Yurdakul’un bu şiiri de estetik bakımdan çok mükemmel bir şiir olmamakla birlikte, Türk edebiyatında Türk şiirinde yepyeni bir çığır açmıştır. Bu şiir, Türk adının neredeyse unutulduğu bir dönemde yeni yetişen nesiller için, âdeta millî uyanışın bir şarkısı kabul edilmiş ve dillerde dolaşmıştır.
     “Ağlıyordu ırmaklar” diyerek insana ait bir özellik olan “ağlama” eylemini ırmaklara aktararak kişileştirme yapıyor. Soru cümleriyle ve karşılıklı konuşma üslubuyla şiire bir ahenk kazandırmak istiyor. Şiirin içeriğini ise yoksul Anadolu halkının dramı oluşturuyor. İstanbul, aydınlarıyla ve yöneticileriyle Anadolu insanına yabancıdır. Şair, bu durumu Anadolu insanının ağzından şu dizelerle anlatmaktadır.

Epik bir şiirdir
İmgeleri: Tanrı evi, Yaradan’ın Kitabı, Ak gömlek, Ecdadın ocağı, Osmancığın Bayrağı

              Ali Canip Yöntem
                1887 yılında İstanbul`da dünyaya geldi. Selanik Hukuk Mektebi`nde okurken son sınıftayken okulu bıraktı. Gençlik yıllarında Selanik`te yayımlanan Genç Kalemler (1910-12) dergisinin başyazılarını yazdı. Öğretmenliği seçen Ali Canip, Çanakkale Sultanisi edebiyat ve felsefe öğretmenliğine atandı. İstanbul`da Gelenbevi Sultanisi`nde ve İstanbul Darülmuallimini`nde öğretmenlik yaptı. Edebiyat İncelemeleri Komisyonu`na seçildi. Ankara hükümetinin çağrısı üzerine 1921`de Anadolu`ya geçerek Trabzon Sultanisi müdürlüğü, 1922 senesinde de Giresun maarif müdürlüğü vazifesini üstlendi. Daha sonra maarif müfettişliği yaptı, Kabataş Erkek Lisesi`nde ve İstanbul Darülfünunu Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümün`de öğrencilere ders verdi. Ayrıca lise edebiyat programlarının düzenlenmesinde görev aldı ve okullara yönelik ders kitapları hazırladı. Ordu milletvekili  ve Demokrat Parti`den Bursa milletvekili olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi`nde görev yaptı. Türk Tarih Kurumu üyeliğinde bulundu ve Türk Dil Kurumu merkez üyeliğinde bulundu.
                Edebiyata şiirle başlayan Ali Canip Yöntem, hece ölçüsüyle ve sade bir dille yazdığı şiirlerini 1917-1918`de Yeni Mecmua`da yayımladı. Tek şiir kitabı Geçtiğim Yol ismini taşır. Çoğu Türk Yurdu`nda yayımlanmış olan makalelerini Milli Edebiyat Meselesi ve Cenap Beyle Münakaşalarım (1918) adlı kitapta toplamıştır. Epope (1927, 1963) ile Ömer Seyfettin; Hayatı ve Eserleri (1935), diğer önemli iki kitabıdır.


MİLLİ EDEBİYAT DÖNEMİNDE SAF (ÖZ) ŞİİR ANLAYIŞI:
                Millî Edebiyat döneminin etkili olduğu yıllarda Yahya Kemal ve Ahmet Haşim başta olmak üzere saf (öz) şiir anlayışına uygun şiirler yazan sanatçılar vardır. Bunlar dönemin yaygın anla­yışı olan hece vezniyle, yalın bir dille, devrin gerçeklerini, hal­kın sorunlarını dile getiren şiirler yazmak yerine, sanat değeri yüksek saf (öz) şiire yönelmişlerdir.
                Bu iki şair, Yeni Lisancılar ola­rak bilenen şairlerden ayrı bir yol izler. Hece vezninin yaygın biçimde kullandığı bu dönemde onlar aruzla şi­ir yazmayı sürdürür. Ahmet Haşim’e göre şiir, nesre çevrilme olanağı bu­lunmayan nazımdır; şiir musiki ile söz arasında, söz­den çok musikiye yakın, ortalama bir dildir. Fecr-i Âti topluluğundan gelen Ahmet Haşim, ”sanat için sanat” anlayışıyla şiirler yazar. Amacı saf ve güzel şiirler yaz­maktır. Onun şiirleri, hiçbir şeyin aracı değildir.
                Yahya Kemal ise şiirin, nesirden bambaşka bir nitelik­te, musikiden başka türlü bir musiki olduğu görüşün­dedir. Batı’da gördüğü “parnasizm” akımından etkilen­miş ve bu anlayışla, divan şiiri anlayışıyla modern şii­rin söyleyiş özelliklerini birleştirerek bir sentez oluştur­muştur. Sade dille ve yeni nazım biçimleriyle yazdığı şiirlerinde de yine biçim kusursuzluğuna, yapmacıksız ve sağlam bir anlatıma önem vermiştir.
                Bireysel konularda yazmışlardır.
                Dil doğal dilden farklıdır. Sözcüklere yeni anlamlar yükleyerek imge oluşturma yoluna gitmişlerdir.


Yahya Kemal

    Şiirimize modern şiir anlayışını kazandıran Yahya Kemal yer yer günlük yaşamın dışına çıkarak tarihin kahramanlıklarına kadar uzanan bir edebiyatı bünyesinde barındırır.
    Tanzimattan itibaren unutulmaya yüz tutmuş eski şiirimizi canlandırıp yeni şiirle eski şiir arasında köprü kuran  sanatçının şiirini iki önemli unsur oluşturur: Biri İstanbul Türkçesi, diğeri ise şiirdeki ritimdir. Şiirindeki ritim ise güçlü imgelerle sağlamıştır. Sanatçı bu ritim ve imgelem dünyası oluştururken Batı taklidini özellikle reddedip, Batılı anlayışla     Türk şiiri oluşturmayı amaçlamıştır.
    Şiirde Baudelaire, Mallarme ve Verlaine gibi öz şiir taraftarlarının etkisinde kalan Yahya Kemal, Türk şiirinde gerçekleştirmek istediği ikinci gayesinin de “şiiri hâlis olmayan unsurlardan kurtarmak ve ona asıl unsuru olan ritmi bahşetmek”   olduğunu söyler.
    Yahya Kemal’in eserlerindeki temel ruh kolektif ruhtur. O, bu ruhun çeşitli tezahürlerini İstanbul isimli geniş mekanda görür, klasik Türk musikîsine has sesle hisseder ve berceste mısraya has söyleyiş biçimini bulur.
Yahya Kemal’in parnasyen anlayışı onun şiirindeki musikî anlayışını yansıtır. “Kar Musikîleri” adlı şiiri de bu bağlamda, işleyeceğimiz “kar” teması açısından sanatçının imgesel şiirinin temsilcisidir.
“Bin yıldan uzun bir gecenin bestesidir bu;
Bin yıl sürecek zannedilen kar sesidir bu.”

dizeleriyle başlayan şiirinde ilk beyit itibariyle sıkıntı ve kederi karşılayan “kar” sanatçıyı karamsarlığa iter. Ela aldığımız beyitin ikinci dizesinde ise sanatçı, bu sıkıntıların hiç bitmeyeceğini düşünür. Bu ise sanatçının karamsarlığının göstergesidir.
   Devam eden dizelerde sanatçının üzerindeki sıkıntı ve hüzün devam etmektedir. “Kar” imgesinin karşıladığı bu sıkıntılar sanatçıyı o kadar sarmıştır ki, sanatçı yaşamdan ve yaşadıklarından uzaklaşmıştır. Sıkıntılarına odaklanmıştır. Bu düşüncelerini ise;
 “Zihnim bu şehirden, bu devirden çok uzakta,
Tanbûri Cemil Bey çalıyor eski plâkta.”

dizeleriyle dile getirir.
   Şiirin devamında şair, bu sıkıntılardan kurtulacağı için heveslidir. İlk beyitlerde sanatçının üzerinde etkili olan karamsarlık, şiirin son beyitlerine doğru yerini  sıkıntılardan kurtulma hevesine bırakır. Fakat bu heves uzun sürmez.
“Sandım ki uzaklaştı yağan kar ve karanlık,
Uykumda bütün bir gece Körfez'deyim artık!”

dizeleri içinde bulunulan bu durumun sözcüsü olur. Sanatçı, kar ve karın temsil ettiği sıkıntılardan kurtulduğunu sansa da bunun rüya ve hayal olduğuna kendini inandırmıştır. Körfez olarak nitelendirdiği sıkıntılardan kurtulma zamanını,  ancak rüyalarında görebilecektir.  Bu dizelerden de anlaşılabileceği gibi sanatçı tekrar karamsar bir havaya bürünür. İçindeki heves kaybolur. Kar yine sanatçı için sıkıntının, hüznün ve karamsarlığın sembolü olur.

Yahya Kemal Beyatlı (1884-1958)

*Üsküp’te doğmuştur. İlk ve orta öğrenimini Üsküp, Selanik ve İstanbul’da yaptıktan sonra 1903’te Paris’e gitmiştir.
*Kişiliği Paris’te Albert Sorel’den aldığı tarih dersi ile şekillenmiştir. Sorel’den aldığı metotla Osmanlı tarihini incelemeye başlamıştır.
*Baudelaire, Victor Hugo, Verlaine gibi Fransız şairlerinin etkisinde kalmıştır.
*Onun şiirlerinin çıkış noktası Osmanlı tarihi ve şiiridir. Onun şiirlerinde neo-klasik bir anlayış vardır. Yeni şekillerle ve sade bir dille yazdıklarında bile Osmanlı medeniyetine bağlı olduğu görülür.
*Konu olarak tarih, vatan, millet ve İstanbul sevgisi ön plandadır.
*Yahya Kemal’de tarihe yaslanan bir milliyetçilik vardır.
*Duygu, düşünce ve hayali ustalıkla kaynaştıran şair, pek çoğuna hikâye karakteri verdiği lirik-epik şiirleri geniş bir kültürün, derin bir felsefenin ürünüdür.
*Sanatçı şiirde iç ahengi her şeyden üstün tutan sanatçı, şiirleri de şiirsel bir bütünlüğe ulaşmış; iç ve dış ahenklerin yardımı ile bu konuda başarılı olmuştur. Bu ahengin oluşumunda daha elverişli olduğu için “Ok” şiiri dışındaki tüm şiirlerin aruz vezni ile yazmıştır.
*Divan şiirimizin Batı şiirindeki bütün anlayışıyla ele almıştır; bu şiiri çağdaş bir yorumla yeniden sunmuş neo-klasik bir şairdir.
*Aruza en güzel şeklini vermiştir.
*Şiirlerinin yanında düzyazı olarak makale, gezi, deneme, anı, fıkra, mektup, hikaye, monografi türlerinde yazılar yazmış, çeviriler yapmıştır.
Şiir: Kendi Gök Kubbemiz, Eski Şiirin Rüzgârıyla, Rubailer ve Hayyam Rubailerini Türkçe Söyleyiş Bitmemiş şiirler
Düzyazı: Aziz İstanbul, Eğil Dağlar, Siyasi Hikâyeler, Siyasi ve Edebi Portreler, Edebiyata Dair, Çocukluğum, Gençliğim, Siyasi ve edebi Hatıralarım,
Tarih Muhasebeleri, Mektuplar-Makaleler

Ahmet Haşim (1884-1933)

*Türk edebiyatında sembolizmin en önemli temsilcisidir.
*Şiirlerini aruz ölçüsü ile kaleme almıştır.
*Eserlerinde oldukça ağır bir dil kullanmıştır.
*Haşim’e göre şiir, hissedilmek, duyulmak için yazılan bir türdür. Şiirde ahenk, musiki, anlamda önce gelir. Üstelik şiir anlaşılmak için değil, duyulmak için yazılmalıdır. Şiirin dili, musiki ile söz arasında ve sözden ziyade musikiye yakındır.
*Ahmet Haşim, şiirlerinde dış dünyayı olduğu gibi değil, hayallerle süsleyerek şiire aktarmıştır. Şiirinde anlam kapalılığından yanadır. Ona göre şiiri herkes nasıl anlıyorsa şiirin anlamı odur.
*Haşim, yaşadığı dünyada mutlu değildir, onun iç dünyasına karamsarlık hâkimdir. Bu karamsarlık onun şiirlerine de yansımıştır. Bu karamsarlığın oluşmasında annesini küçük yaşta kaybetmesi ve yüzündeki yara önemli olmuştur.
*Haşim hep aynı tarz şiir yazmıştır. Şiirlerinde aşamalı bir değişme yoktur. Yalnızca derinleşme, ustalaşma söz konusudur. Şiirimize getirdiği imgeler özgün olmakla birlikte Türk hayal sisteminin ve doğayı algılama ve yorumlayışın bir ürünü değildir.
*Haşim, Batı şiirini özellikle Fransız şiirini iyi incelemiştir. Baudelaire, Rodenbach, Valery, Mallerme gibi şairlerin etkisi görülür.
*”Sanat şahsi ve muteremdir.” Görüşüne ömrünün sonuna kadar bağlı kalmıştır. Bu bakımdan Haşim’in şiirlerinde hiçbir ideolojik, sosyal ve siyasal konu yer almaz.
*Şiirleri belli bir anı yakalamak için çaba gösteren empresyonist ressamları akla getiren Haşim’in üç döneminde, üç ayrı renge düşkünlük göstermiştir.
*Şiir-i kamer’de sarı, Göl Saatleri’nde kara, Piyale’de kırmızı renkler ağır basar.
*Haşim’in en çok kullandığı nazım birimi dörtlüktür. Biçim açısından şiirimize getirdiği önemli bir yenilik ise serbest müstezattır.
*Haşim’in dili çok küçük bir sözlükten oluşur. Sözcüklerin az olması, işlediği konuların sınırlılığındandır. Onun konularında, benzetmelerinde, duygularında, düşüncelerinde bir çeşitlilik bulunmaz; hep aynı şeyleri hem de aynı sözcüklerle anlatır.

Milli Edebiyat Döneminde Halkın Yaşayış Tarzını Ve Değerlerini Anlatan Manzumeler

                Bu anlayışın temsilcisi Mehmet Akif’tir. Şair, yaz­dığı şiir ve manzumelerde halkın dinî ve millî değerle­ri, yaşama tarzı üzerinde durur. Millî Edebiyat yılların­da Mehmet Akif, daha önce Tevfik Fikret’te gördüğü­müz ”nazmı nesre yaklaştırma” anlayışını sürdürüp geliştirmiştir. Şiirde Tevfik Fikret’ten devraldığı ”ger­çekçiliği” geliştirmiş, ”hayal ile alışverişi olmadığını, her ne demişse görüp de söylediğini, en beğendiği mesleğin hakikat olduğunu” bildirmiştir. Manzumele­rinde halkın yaşama biçimini gerçekçi biçimde yansıt­mıştır. Mehmet Akif, Halkın yaşamını yansıtmasına kar­şın, hece ölçüsünü değil, aruz veznini kullanmıştır.


Şimdi anlat bakalım, neydi senin hastalığın?
- Nezle oldun sanırım, çünkü bu kış pek salgın,
- Mehmed Ağa’nın evi akmış. Onu aktarmak için
Dama çıktım, soğuk aldım, oluyor on beş gün.
Ne işin var kiremitlerde a sersem desene
İhtiyarlık mı nedir, şaşkınım oğlum bu sene.
Hadi aktarmıyayım… Kim getirir ekmeğimi?
Oturup kör gibi, nâmerde el açmak iyi mi?
Kim kazanmazsa bu dünyâda bir ekmek parası:
Dostunun yüz karası; düşmanının maskarası!


                Bu dizeler Türk edebiyatında manzum hikâye türünün en başarılı örneklerini veren Mehmet Akif’in Seyfi Ba­ba şiirinden alınmıştır. Bu dizelerde şairle Seyfi Baba’nın arasında geçen diyaloglar yer almaktadır. Şiirde gerçeklik duygusu ön plandadır. Mehmet Akif, bu şii­rinde de gördüğünü, yaşadığını anlatmıştır. Mehmet Akif’in toplumu bilinçlendirme, ona mesaj verme çaba­sı da özellikle son beyitte açıkça görülmektedir. Yuka­rıdaki dizelerde yalın ve anlaşılır bir dil kullanılmıştır. Şi­ir aruz vezni ve beyit nazım birimiyle yazılmıştır.

Bizim mahalle de İstanbul’un kenarı demek:
Sokaklarında gezilmez ki yüzme bilmeyerek!
Adım başında derin bir buhayre dalgalanır,
Sular karardı mı, artık gelen gelir dayanır!
Bir elde olmalı kandil, bir elde iskandil,
Selâmetin yolu insan için bu, başka değil!
Elimde bir koca değnek, onunla yoklayarak,
Önüm adaysa basıp, yok, denizse atlayarak

Bizim çocuk yaramaz, evde dinlenip durmaz;
Geçende Fatih’e çıktık ikindi üstü biraz.
Kömürcüler Kapısı’ndan girince biz, develer
Kızın merakını celp etti, daima da eder:
O anda mekteb-i rüştiyyeden taburla çıkan
Bir elliden mütecaviz çocuk ki, muntazaman
Geçerken eylediler ihtiyarı vakfe-güzin...
Hasan’la karşılaşırken bu sahne oldu hazin...
Evet, bu yavruların hepsi, pür-sürûd-ı şebâb,
Eder dururdu birer âşiyân-ı nûra şitâb.
Birazdan oynayacak hepsi bunların, ne iyi,
Fakat Hasan, babasından kalan o pis küfeyi,
-Ki ezmek istedi görmekle reh-güzârında-
İlel-ebed çekecek dûş-ı ıztırârında!
O yük değil, kaderin bir cezası ma’sûma...
Yazık, günahı nedir, bilmeyen şu mahkûma!
     Küfe şiirinde idealleri ile yaşamak zorunda olduğu hayat arasındaki çatışmayı yaşayan bir çocuğun dramı anlatılır. Hasan adlı bu çocuğun yaşadığı mekân, onun mahkum olduğu hayatın da habercisi durumundadır. Zabit olmak ideali ile belirli bir yaşa gelmiş Hasan’ın hamal olan babasının ölümü ile farklı bir hayata mahkum oluşu hikâyenin çatısını oluşturur. Ancak burada Akif’in acıma duygusu gibi bir yüksek değer normu karşımıza çıkar. Sonra bu duygu toplumsal bir tepkiye dönüşür
     Küfe şiirinde idealleri ile yaşamak zorunda olduğu hayat arasındaki çatışmayı yaşayan bir çocuğun dramı anlatılır.
İstanbul’da yan yana yaşayan zengin ve yoksul karşılaştırılmaktadır. Bu karşılaştırmada Akif, yoksullardan yana tavrını ortaya koymaktadır.

* Metinde duygu, ses akışıyla birlikte verilmiştir.
* Her iki dizede bir değişen redif ve uyaklarla ve a a b b c c ... uyak düzeniyle ses akışı sağlanmıştır.
* Ritim, aruz ölçüsüyle sağlanmıştır.
* Sözcükler ağırlıklı olarak gerçek anlamıyla kullanılmıştır.
* Metinde anlatılanlar yaşanması mümkün olan olaylardır.        * Gerçek ha­yattan yapılan gözlemler bire bir anlatılmıştır.
Metnin olay örgüsü:
1. Şairin mahallede yürümesi          2. Değneğe küfenin takılması
3. Hasan ve annesiyle konuşmaları 4. Hasanın okumak istemesi
5. Şairin oradan ayrılması
Manzume ve Şiir Arasındaki Ayırıcı Özellikler:
* Şiirde anlatılanları düz yazıyla ifade edemeyiz, manzumede anlatı­lanları düz yazıyla ifade edebiliriz.
* Şiirde olay örgüsü yoktur, manzumede olay örgüsü vardır.
* Şiirde bireysellik duygu ve çağrışım ön plandadır; manzumede top­lumsal konular yaşanmış ya da yaşanabilecek olaylar işlenir.
* Şiirde çok anlamlılık ve imge ağır basarken manzumede sözcükler genellikle gerçek anlamında kullanılır.
* Manzumeler genellikle didaktik metinlerdir.




Mehmet Akif Ersoy

1873'te İstanbul’da doğdu. 27 Aralık 1936’da İstanbul’da yaşamını yitirdi. 4 yaşında Fatih'te Emir Buhari Mahalle Mektebi'nde başladığı eğitimini Fatih Merkez Rüştiyesi'nde sürdürdü. Ardından Mülkiye Mektebi'nin idadi (lise) bölümünü bitirdi. Babasından Arapça öğrendi. Fatih Camii’nde İran edebiyatı okutan Esad Dede’nin derslerini izledi. Farsça ve Fransızca öğrendi. Babasının ölümü ve evlerinin yanması üzerine Mülkiye'nin yüksek kısmından ayrılmak zorunda kaldı. 1889’da girdiği Halkalı Mülkiye Baytar Mektebi’ni 1893’te birincilikle bitirdi. Ziraat ve Ticaret Nezareti'nde veteriner olarak çalışmaya başladı. Rumeli, Arnavutluk ve Arabistan'da dolaştı. Geniş halk kesimleriyle, köylülerle yakın ilişkiler kurdu. Halkalı Ziraat Mektebi ve 1907’de Çiftçilik Makinist Mektebi’nde ders verdi. 1908’de Dârülfünûn Edebiyat-ı Umûmiye müderrisliğine atandı. Umur-ı Baytariye Müdür Muavini görevine getirildi. Kısa süre sonra bu görevden ayrılıp yalnızca Halkalı Mülkiye Baytar Mektebi'nde ders vermeyi sürdürdü.

İstiklal Marşı
1913'te İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne girdi. 1. Dünya Savaşı sırasında bu cemiyete bağlı bir örgüt olan Teşkilat-ı Mahsusa aracılığıyla Almanya'daki Müslüman tutsakların durumunu incelemek üzere Berlin’e gönderildi. Daha sonra Arabistan ve Lübnan'a gitti. Batı uygarlığının koşullarına ve Doğu-Batı çelişkisine tanık oldu. İstanbul'a dönüşünde Dâr-ül-Hikmet-i İslâmiye adlı kuruluşun başkâtipliğine atandı. İzmir'in işgalinden sonra Anadolu'da başlayan kurtuluş hareketine destek verdi. Balıkesir’de yaptığı konuşma, İstanbul hükümetini endişelendirdi, görevinden alındı. Ama o mücadalesini sürdürdü. Camilerde yaptığı konuşmaların metinleri çoğaltılarak bütün yurda dağıtıldı. Ankara hükümetinin kurulması üzerine Burdur mebusu olarak Büyük Millet Meclisi'ne girdi. O sırada İstiklal Marşı için açılan yarışmaya katılan 724 eserin hiçbiri beğenilmemişti. Maarif vekilinin isteği üzerine 1921'de "İstiklal Marşı"nı yazdı. Metin, 12 Mart 1921'de Büyük Millet Meclis'nde kabul edildi. Mehmet Akif, ödül olarak kendisine verilen 500 lirayı Türk Ordusu'na armağan etti.

Mısır dersleri
Sakarya Zaferi'nden sonra İstanbul'a geldi. Milli Mücadele'nin yarattığı koşullarla çelişkiye düştü. 1923'te Mısır'a gitti. Birkaç yıl kışları Mısır'da yazları İstanbul'da geçirdi. Türkiye Cumhuriyeti'nin "laik" olması ilkesi kabul edilince tümüyle Mısır'a yerleşti. 1936'ya kadar Mısır'da Türk dili ve edebiyatı dersleri verdi. Bir yandan da Kur'an'ın Türkçe'ye çevrilmesine çalışıyordu. Siroz hastalığına yakalandı. Hava değişimi için 1935'te Lübnan'a, 1936'da Antakya'ya gitti. Aynı yıl ülkesinde ölme isteğiyle Türkiye'ye döndü. 27 Aralık 1936'da hastalığın pençesinden kurtulamadı ve yaşamını yitirdi.

Edebiyatla ilgisi baytar mektebindeki öğrenciliği sırasında başladı. İlk şiiri "Kur'an'a Hitab" 1895'te "Mektep" adlı dergide yayınlandı. Ardından "Resimli Gazete"de şiirleri çıktı. O dönemde yazdığı ahlak, din, bilgelik temalarını işleyen didaktik şiirlerini temel eseri "Safahat"a almadı. Öğretmeni İsmail Safa'nın etkisini taşıyan mesnevileri, edebiyat çevrelerinin ilgisini çekti. 2'nci Meşrutiyet'in ilanından sonra daha önce yazıp ortaya çıkarmadığı yazıları yayınlanmaya başladı. 1908-1910 arasında Sırat'ı Müstakim (sonradan Sebilü'r Reşad adını aldı) dergisinde yazdı. En ünlü şiirleri "Küfe" ve "Seyfi Baba" bu dönemde yayınlandı.

Safahat
Temel eseri "Safahat" 7 kitaptan oluşur. Birinci kitap olan 1911 tarihli "Safahat"ta, Osmanlı toplumunun meşrutiyet yıllarındaki durumu anlatılır. "Süleymaniye Kürsüsünde" isimli 1912 tarihli ikinci kitapta, Osmanlı aydınlarının halkla ilişkisi dile getirilir. 1913 tarihli "Hakkın Sesleri" adlı bölümde, eski dinsel-didaktik Türk yapıtlarında olduğu gibi her şiirin başında bir ayet yer alır. Bu ayetler günün siyasal ve toplumsal olaylarının yorumuna ışık tutar. 1914 tarihli ve "Fatih Kürsüsünde" adlı dördüncü bölümde, yeni kuşaklara çalışma ve mücadele ruhu kazandırmak isteyen düşünceler yer alır. 1917 tarihli "Hatıralar" bölümünde 1'inci Dünya Savaşı sırasında yazılmış şiirler bulunur. Her birinin başına bir hadis konular bu şiirlerde "İslam Birliği" ülküsü vurgulanır. 1924 tarihli "Asım" ismindeki 6'ncı bölümde 1'inci Dünya Savaşı günlerinden tablolar çizilir. 1933 tarihli 7'nci bölüm olan "Gölgeler"de dinsel konulu şiirler ve dörtlükler yer alır.

Şiiri
Mehmet Akif'in şiiri anlatıya ve öğüde dayanır. Ama din yönünden ulaştığı başarı, öğüt ve anlatıyı donukluktan kurtarır. Zaman zaman didaktizmin sakıncalarını hafifleten bir mizah ön plana çıkar. Zaman zaman da coşku ve içtenlik gibi öğeler şiiri söylev parçası olmaktan kurtarır. "Sanat sanat içindir" tezine her zaman karşı çıktı. Ona göre şiir, "libas hizmetini, gıda vazifesini görmelidir. Gerçeği her an ve bütün çıplaklığıyla yakalamalıdır." İstanbul halkının konuşma dili kadar Osmanlıcayı da çok iyi bildiği için aruz veznini ustalıkla kullanır. Türkçülük hareketine ve Milli edebiyat akımına karşı çıkar. Kurtuluşu Batılılaşma'da gören Tevfik Fikret ile catışır. İslam Birliği'ni savunurken, İslam dünyasındaki durağanlığı da sert dille eleştirir. Savaş, bunalım ve yokluk yıllarının yoksul insanları Türk edebiyatında gerçek yüzleri ve sorunlarıyla ilk kez onun şiirlerinde ele alınır.


                MİLLİ EDEBİYAT DÖNEMİNDE ROMAN
                Bu dönem romancıları topluma karşı duyarlı kişilerdir. Toplumdaki olaylara kayıtsız kalmamışlardır.
                Başlangıçta Fecr-i Âtî topluluğuna bağlı olarak hareket ettikten sonra “Yeni Lisan” makalesindeki memleketten bahseden edebiyat oluşturma çizgisinde birleşmişlerdir. Bu birleşim; romanın konusunu, dilini etkilemiştir.
                Milli edebiyat romancılarının ortak özellikleri; toplumun ve bireyin problemlerini dengeli olarak işlemek, memleket ve millet sevgisini romantik duygularla beslemek, milli değerlere sempati ile yaklaşmak şeklinde özetlenebilir.
                MİLLİ EDEBİYAT DÖNEMİNİN ROMANININ YAPI ÖZELLİKLERİ
Olay: Olaylar, genelde tarihi ve toplumsal gerçekliklerden hareketle tasarlanmıştır. Bu dönem romanlarında olaylarda; İstanbul dışında, memleket sorunları etrafında oluşmuştur.
Kişiler: Milli Edebiyat romanı dışa-Anadolu’ya açılmış-başka insanların da var olduğu bilinciyle hareket eden, içinde yaşadığı toplumun sorunlarına, sıkıntılarına yabancı kalmayan kahramanların romanı olmuştur.
Zaman: Genelde kendi yaşadıkları zamanın tarihi ve sosyal konularını ele almışlardır.
Mekân: Mekan olarak şehir, kasaba ve köyleriyle Anadolu; romana bir taraftan gerçekçi bir bakış açısıyla, diğer taraftan da bir memleket romantizmi ile girmiştir.
                Milli Edebiyat Dönemi Romanının Tema Özellikleri:
       Romanların teması bireysellikten kurtarmış, toplumsal konular tema işlenmiştir.
       Tema; Siyasi kavgalar, Türkçülük, yanlış Batılılaşma, kuşaklar arası çatışma, geri kalmışlık, eğitimsizlik, cehalet, yoksulluk…
Dil ve Anlatım Özellikleri:
   Eserlerin günlük konuşma diliyle yazılması gerektiğini savunmuşlardır. Sade dil ile yazılmıştır.
Etkilenen Akımlar:
Sanatçıların yaşadığı dönemin toplumsal gerçekliğinden hareketle kurgulanmıştır. Bu eserler, iyi bir gözlem sonucunda yazılmıştır. Bu yönüyle Milli edebiyat Dönemi romanları realist özellik taşımaktadır.

              Yakup Kadri Karaosmanoğlu (1889-1974)

                27 Mart 1889'da Kahire'de doğdu, 13 Aralık 1974'te Ankara'da öldü. Yazar, diplomat, politikacı. Karaosmanoğulları'ndan Abdülkadir Bey ile İkbal Hanım'ın oğlu. Yazar Burhan Asaf Belge'nin eniştesi. Yazar Murat Belge'nin eniştesi. İlköğrenimine ailesiyle birlikte 6 yaşındayken gittiği Manisa'da başladı. 1903'te İzmir İdadisi'ne girdi. Ömer Seyfettin, Şahabeddin Süleyman ve Baha Tevfik ile burada tanıştı. Babasının ölümünden sonra 1905'te annesiyle birlikte Mısır'a gitti. Öğrenimini İskenderiye'deki bir Fransız okulunda tamamladı. 2'nci Meşrutiyet'in ilanından kısa bir süre önce İstanbul'da geldi. 1908'de başladığı İstanbul Hukuk Mektebi'ni bitirmedi. 1909'da Şehabettin Süleyman aracılığıyla Fecr-i Âti topluluğuna katıldı. Muhit, Şiir ve Tefekkür, Servet-i Fünun, Rübab, Türk Yurdu, Peyam-ı Edebi, Yeni Mecmua, İkdam gibi dergi ve gazetelerde yazıları yayınlandı. 1916'da tedavi olmak için gittiği İsviçre'de üç yıl kaldı. Mütareke yıllarında İkdam gazetesindeki yazılarıyla Kurtuluş Savaşı'nı destekledi. 1921'de Ankara'ya çağrıldı. "Tetkik-i Mezalim" komisyonundaki görevi nedeniyle Kütahya, Simav, Gediz, Sakarya yörelerini dolaştı. Cumhuriyet'in ilanından sonra 1923'te Mardin, 1931'de Manisa milletvekili oldu. Burhan Asaf Belge'nin kızkardaşi Leman Hanım'la evlendi. 1932'de Vedat Nedim Tör, Şevket Süreyya Aydemir, Burhan Asaf Belge ve İsmail Hüsrev Tökin ile birlikte "Kadro" dergisini kurdu. 1934'te dergi kapatıldı. Tiran elçiliğine atandı. 1935'te Prag, 1939'da La Hay, 1942'de Bern, 1949'da Tahran ve 1951'de yine Bern elçiliklerine getirildi. 27 Mayıs 1960'tan sonra Kurucu Meclis üyeliğine seçildi. Siyasal hayatının son görevi 1961-1965 arasındaki Manisa milletvekilliği oldu. Ulus gazetesinin başyazarlığını yaptı. Anadolu Ajansı'nın Yönetim Kurulu Başkanı'ydı. Ölümünden sonra Beşiktaş'ta Yahya Efendi Mezarlığı'nda toprağa verildi.
                Çocukluktan başlayarak babasının zengin kütüphanesinden yararlanıp okuma zevki edindi. Mısır'daki günlerinde bu zevki geliştirdi. Yazarlığa Ümit, Servet-i Fünun, Resimli Kitap gibi dergilerde başladı. Fecr-i Âticiler'in "sanat kişiseldir" görüşünü paylaştığı ve "sanat için sanat" yaptığı bu ilk döneminde "Nirvana" adlı bir oyun, makaleler, denemeler, şiirler ve öyküler yazdı. Balkan Savaşı ve I. Dünya Savaşı sırasında ülkenin içinde bulunduğu zor koşullar, sanat anlayışını değiştirmesine yol açtı. Sanatın toplumsal işlevine de ağırlık vermeye başladı. Bu ikinci dönem eserlerinde önce Ömer Seyfettin ve arkadaşlarının dilde yenileşme çabalarına karşı çıktı. Sonra Ziya Gökalp'in de etkisiyle Yeni Lisan ve Milli Edebiyat akımını benimsedi. Daha çok romancı yönüyle ön plana çıktı. Bu türün edebiyatımızdaki önemli temsilcilerinden biri oldu. Yazarlık yaşamı boyunca Batı edebiyatı özelliklerine de sıkı sıkıya bağlı kaldı. Balzac, Flaubert ve Zola'dan etkilendi.
Eserlerinde belli tarihsel dönemleri ele aldı.

Kiralık Konak: I. Dünya Savaşı öncesinin,
Hüküm Gecesi: II. Meşrutiyet'in,
Sodom ve Gomore: Mütareke döneminin,
Yaban:Kurtuluş Savaşı yıllarının,
Ankara :Cumhuriyet'in ilk on yılının,
Bir Sürgün: 2'nci Abdülhamid döneminin işlendiği romanlardır.
Panorama: 1923-1952 yıllarını kapsar.
1955'ten sonra da anıları dışında kitap yazmadı. Romanları arasında en ünlüleri Nur Baba, Kiralık Konak ve Yaban'dır. İlk romanı Nur Baba, 1922'de kitap olarak basılmadan önce gazetede yayınlandı.

ESERLERİ
ROMAN:
Kiralık Konak (1922)
Nur Baba (1922)
Hüküm Gecesi (1927)
Sodom ve Gomore (1928)
Yaban (1932)
Ankara (1934)
Bir Sürgün (1937)
Panaroma (2 cilt, 1953)
Hep O Şarkı (1956)
ÖYKÜ:
Bir Serencam (1914)
Rahmet (1923)
Milli Savaş Hikâyeleri (1947)
ŞİİR:
Erenlerin Bağından (1922)
Okun Ucundan (1940)
OYUN:
Nirvana (1909)
ANI:
Zoraki Diplomat (1955)
Anamın Kitabı (1957)
Vatan Yolunda (1958)
Politikada 45 Yıl (1968)
Gençlik ve Edebiyat Hatıraları (1969)

MONOGRAFİ:
Ahmet Haşim (1934)
Atatürk (1946)
MAKALE:
İzmir'den Bursa'ya (1922, Halide Edip, Falih Rıfkı Atay ve Mehmet Asım Us ile birlikte)
Kadınlık ve Kadınlarımız (1923)
Seçme Yazılar (1928)
Ergenekon (iki cilt, 1929)
Alp Dağları'ndan ve Miss Chalfrin'in Albümünden (1942)


Halide Edip Adıvar (1882-1964)

                1882'de İstanbul'da doğdu. 9 Ocak 1964'te İstanbul'da yaşamını yitirdi. 1901'de Üsküdar Amerikan Kız Koleji'nde mezun oldu. Öğretmenleri arasında Rıza Tevfik Bölükbaşı ile sonradan evlendiği ve ilk kocası olan Salih Zeki de vardı. İlk yazıları "Halide Salih" takma adıyla Tanin gazetesinde yayınlandı. Balkan Savaşı yıllarında hastanelerde çalıştı. Gerek bu çalışmaları, gerekse müfettişliği sırasında İstanbul semtlerini dolaşması, ona çeşitli kesimlerden insanları tanıma fırsatını verdi. Gericilerin tepkisinden çekindiği için 31 Mart Olayı'nda çocuklarıyla birlikte Mısır'a gitti. Ayaklanmanın bastırılmasından sonra yurda döndü. 1909'dan sonra öğretmenlik, müfettişlik yaptı. Kadınların toplumsal yaşama katılması ve eğitilmesi için çalışan Teâli-i Nisvan Cemiyeti'ni kurdu. 1912'de kurulan Türk Ocağı'na katıldı. 1919'da Wilson Prensipleri Cemiyeti'nin kurucuları arasında yer aldı. Aynı yıl İzmir'in Yunan ordusu tarafından işgal edilmesini protesto için Sultanahmet Meydanı'nda düzenlenen mitingde yaptığı etkili konuşma büyük yankı uyandırdı. Hakkında soruşturma açılınca, 1917'de evlendiği ikinci eşi Adnan Adıvar birlikte Anadolu'ya geçerek Kurtuluş Savaşı'na katıldı. Çeşitli cepheleri dolaştı, Mehmetçiklere moral ve destek verdi. Kendisine önce onbaşı, sonra da üstçavuş rütbesi verildi.
Savaş sürerken Atatürk ile siyasi görüş ayrılığına düştü. 1917'de Adnan Adıvar ile birlikte yurtdışına çıktı. Fransa ve İngiltere'de yaşadı. Amerika'da Columbia Üniversitesi, Hindistan'da Delhi İslam Üniversitesi'nde konuk öğretim üyesi olarak dersler verdi. 1939'da Türkiye'ye döndü. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İngiliz Filolojisi Kürsüsü Başkanı oldu. 1950'de milletvekili seçildi. 4 yıl sonra tekrar üniversiteye döndü. Ölümüne kadar kürsü başkanlığı görevini sürdürdü. 1910'da yayınlanan ilk romanı "Seviye Talip" ile 1911'de yayınlanan ilk öykü kitabı "Harap Mabetler" edebiyat çevrelerinde ilgiyle karşılandı. Romanlarının kadınları, Batılı bir anlayışla idealize edilmiş, güçlü ve kültürlü kadınlardı. Kahramanlarının kişiliklerine, ruh yapılarına ve davranışlarına önem vererek bu özelliğiyle Türk romanında yeni bir adım attı. Kurtuluş Savaşı döneminde ulusçu, milli duyguları öne çıkaran roman ve öyküler kaleme aldı. "Yeni Turan", ""Ateşten Gömlek" ve "Vurun Kahpeye" bu dönemin eserleridir. En tanınmış romanı "Sinekli Bakkal" yazarlığında olgunluk dönemini gösterir. Bu romanda Sinekli Bakkal mahallesinde yaşayan insanlar, aydınlar ve saray çevresi gibi 2'nci Abdülhamit döneminin farklı toplum kesimleri canlandırılır. Bu romanın yazıldığı yıllarda Türkiye bağımsız ve Batı yanlısı bir ülke olmayı tercih etmişti. Bir yandan da Tanzimattan beri süren Batı-Doğu çatışmasından kurtulamamıştı. Halide Edip, "Sinekli Bakkal"da Doğu'nun değerlerini bulup çıkarmak, Batı'nın karşısına koymak amacındadır. Roman "roman yanıyla zayıf olmakla" eleştirildi. Halide Edip'in ingilizce yazılmış incelemeleri de var.

ESERLERİ
ROMAN:
Heyula (1908)
Raik'in Annesi (1909)
Seviye Talip (1910)
Handan (1912)
Yeni Turan (1912)
Son Eseri (1913)
Mev'ud Hüküm (1918)
Ateşten Gömlek (1923)
Vurun Kahpeye (1923)
Kalp Ağrısı (1924)
Zeyno'nun Oğlu (1928)
Sinekli Bakkal (1936)
Yolpalas Cinayeti (1937)
Tatarcık (1939)
Sonsuz Panayır (1946)
Döner Ayna (1954)
Akile Hanım Sokağı (1958)
Kerim Ustanın Oğlu (1958)
Sevda Sokağı Komedyası (1959)
Çaresaz (1961)
Hayat Parçaları (1963)
ÖYKÜ:
İzmir'den Bursa'ya (Yakup Kadri, Falih Rıfkı ve Mehmet Asım Us ile birlikte, 1922)
Harap Mabetler (1911)
Dağa Çıkan Kurt (1922)
OYUN:
Kenan Çobanları (1916)
Maske ve Ruh (1945)
ANI:
Türkün Ateşle İmtihanı (1962)
Mor Salkımlı Ev (1963)

Refik Halit Karay (1888-1965)

                15 Mart 1888'de İstanbul'da doğdu. 18 Temmuz 1965'te İstanbul'da yaşamını yitirdi. Romancı, öykü yazarı ve gazeteci. Anadolu yaşamını anlatan öyküleri ve Kurtuluş Savaşı'na karşı tutumuyla tanınır. Vezneciler'de Şemsü'l-Maarif ve Göztepe'de Taş Mektep'te öğrenim gördü. Özel ders aldı. Mekteb-i Sultani'yi (Galatasaray Lisesi) bitirdi. 1907'de Hukuk Mektebi'ne başladı. Maliye Nezareti'nde Devair-i Merkez Kalemi'ne katip olarak girdi. 2'nci Meşrutiyet'in ilanından sonra memurluğu bırakarak 1908'de Servet-i Fünun'da ve Tercüman-ı Hakikat'te yazmaya başladı. 1909'da Son Havadis adıyla bir gazete kurdu, 15 sayı yayınladı. Fecr-i Ati Topluluğu'na katıldı. "Kalem" ve "Cem" mizah dergilerinde "Kirpi" takma ismiyle siyasi mizah yazıları yazdı. 1912'de İttihat ve Terakki'nin istenmeyenler listesine girdi, Sinop'a sürgüne gönderildi. 1918'de Ziya Gökalp'in çabalarıyla İstanbul'a döndü. Robert Kolej'de Türkçe öğretmenliği yaptı. Vakit, Tasvir-i Efkar ve Zaman gazetelerinde makaleleri yayınlandı. Damat Ferit Paşa'nın dostluğu sayesinde, mütarekeden hemen sonra Hürriyet ve İtilaf Fırkası'na katıldı. 1919'da Posta ve Telgraf Umum Müdürü oldu. İzmir'in işgalinden sonra Anadolu Hareketiyle İstanbul Hükumeti arasında yaşanan telgraf krizinde İstanbul Hükumeti'nin tarafını tuttu. 1922'de Aydede mizah gazetesini çıkardı. İstanbul'un düşman işgalinden kurtarılışının ardından 1922'de Beyrut'a kaçtı.
                15 yıllık kaçak hayatından sonra 1938'de af çıkarılmasıyla yurda dönebildi. Yeniden gazeteciliğe başladı. Gazetelerde yazılar yazdı, Aydede dergisini tekrar çıkardı. Yazarlığa mizah öyküleriyle başladı. 1919'dan başlayarak Türk öykücülüğüne yeni bir sayfa açtı. Sürgün olarak gittiği Anadolu'dan çeşitli kesimlerden insanları canlandırdığı "Memleket Hikayeleri" 1919'da yayınlandı. Bu kitapla, o güne kadar konuları İstanbul'la sınırlı olan öykücülüğü Anadolu'ya taşıdı. Bu yönüyle sonradan serpilip gelişen "köy edebiyatı"nın öncüleri arasına girdi. 1920'lerden sonra daha arı ve anlaşılır bir dil kullandı. Romancılığında iki ayrı çizgi etkindir. Yurtdışına kaçmadan önce yazdığı "İstanbul'un İç Yüzü" en yetkin romanı sayılır. 1920'de yayınlanan bu romanda, roman tekniğinin dışında birbirinden kopuk parçaları mozaikler halinde birleştirerek İttihat ve Terakki'nin işbaşına gelişinden 1'nci Dünya Savaşı günlerine kadar olan İstanbul'u bütün renk ve çizgileriyle yansıttı. Türkiye'ye dönüşünden sonra yazdığı romanlarda, daha çok kişiye seslenme daha fazla satma ve okunma kaygısıyla sanatı bir kenara bırakıp ticari eserlere yöneldi. Bu romanlarda yurt gerçeklerinin yerini, Avrupa dışı ülkelerde geçen olaylar aldı.

ROMAN:
İstanbul'un İçyüzü (1920)
Yezidin Kızı (1939)
Çete (1939)
Sürgün (1941)
Anahtar (1947)
Bu Bizim Hayatımız (1950)
Nilgün (3 cilt, 1950-1952)
Yeraltında Dünya Var (1953)
Dişi Örümcek (1953)
Bugünün Saraylısı (1954)
2000 Yılının Sevgilisi (1954)
İki Cisimli kadın (1955)
Kadınlar Tekkesi (1956)
Karlı Dağdaki Ateş (1956)
Dört Yapraklı Yonca (1957)
Sonuncu Kadeh (1965)
Yerini Seven Fidan (1977)
Ekmek Elden Su Gölden (1980)
Ayın On Dördü (1980)
Yüzen Bahçe (1981)
ÖYKÜ:
Memleket Hikayeleri (1919)
Gurbet Hikayeleri (1940)
MİZAH:
Sakın Aldanma İnanma Kanma (1915)
Kirpinin Dedikleri (1918)
Agop Paşa'nın Hatıraları (1918)
Ay Peşinde (1922)
Tanıdıklarım (1922)
Guguklu Saat (1925)
GÜNCE:
Bir İçim Su (1931)
Bir Avuç Saçma (1939)
İlk Adım (1941)
Üç Nesil Üç Hayat (1943)
Makyajlı Kadın (1943)
Tanrıya Şikayet (1944)
ANI:
Minelbab İlelmihrab (1946)
Bir Ömür Boyunca (1980)







               Reşat Nuri Güntekin (1889-1956)

                25 Kasım 1889'da İstanbul'da doğdu. 7 Aralık 1956'da Londra'da öldü. İlk öğrenimini Çanakkale'de Mekteb-i İptidai'de yaptı. Mekteb-i Sultani'de (Galatasaray Lisesi) ve İzmir'de bir Fransız okulunda öğrenim gördü. Sınavla girdiği Darülfünun-ı Osmani Ulum-ı Edebiyat Fakültesi'ni 1912'de bitirdi. Fransızca öğretmeni olarak Bursa Sultanisi'ne atandı. 1916-1919'da İstanbul'da Vefa ve Erenköy liselerinde müdürlük yaptı. 1931'de Milli Eğitim müfettişi oldu, bütün Anadolu'yu dolaştı. 1939-1943 arasında Çanakkale milletvekiliydi. 1947'de Milli Eğitim Başmüfettişliği'ne getirildi. 1950'de Paris'te Kültür Ateşesi ve UNESCO'da Türkiye temsilcisi oldu. 1954'te emekliye ayrıldı. Bir süre İstanbul Şehir Tiyatroları Edebi Kurul üyeliği yaptı. Kanser tedavisi için gittiği Londra'da yaşamını yitirdi. Cenazesi İstanbul'a getirildi, Karacaahmet Mezarlığı'nda toprağa verildi. Yazı hayatına Birinci Dünya Savaşı sonlarında başladı. İlk eseri "Eski Ahbap" isimli uzun öykü, 1917'de "Diken" dergisinde yayınlandı. 1819-1919'da Zaman gazetesinde "Temaşa Haftaları" başlığıyla tiyatro eleştirileri yazdı. Bu dönemde Şair, Nedim, Büyük Mecmua, İnci, Diken dergileri ile Dersaadet ve Zaman gazetelerinde yayınlanan öykü, roman ve oyunlarında kendi adının yanısıra "Hayrettin Rüştü, Mehmet Ferit, Cemil Nimet" gibi takma isimler kullandı. Mizah ve magazin yazılarını da "Ateşböceği, Ağustosböceği, Yıldızböceği" gibi isimlerle yayınladı.
1922'de Vakit Gazetesi'nde tefrika edilen ve aynı yıl katip olarak basılan "Çalıkuşu" romanıyla ünlendi. Bu romanı önce "İstanbul Kızı" adıyla oyun olarak yazmıştı. O dönem koşullarında sahneye konulması olanağı çıkmayınca romana dönüştürdü. Türk edebiyatında gerçekçi romana yönelimin ilk örneklerinden olan Çalıkuşu, dili, anlatımdaki rahatlığı, duygusal yanlarıyla uzun yıllar güncelliğini koruyan bir eser oldu. Sinema ve televizyona da uyarlandı. Romanda, iyi bir eğitim görmüş ve bir aşk nedeniyle hüsran yaşamış İstanbullu genç öğretmen kadın Feride'nin tanıklığıyla Anadolu'nun Kurtuluş Savaşı'ndaki hali yansıtılır. Farklı yaşam biçimleri, farklı anlayışlar, farklı gelenek ve görenekler, toplumsal çatışmalar Feride'nin gündelik yaşamı ve duygu dünyasıyla iç içe verilir. 1927'den sonraki romanlarında da üslubunun temel yapısını değiştirmeden toplumsal sorunlara eğildi. Romanlarında sayısız insan tipi yarattı. Çoğunlukla erkek olan kahramanlarını, dış görünümlerinden çok psikolojik özellikleriyle yansıttı. Mizaha daha geniş yer verdiği öykülerinde de aşk, yalnızlık, fedakarlık, dostluk, ihanet gibi temalar kullandı. Anadolu gezileri sırasındaki gözlemlerini "Anadolu Notları" adıyla kitaplaştırdı. Öğrenciler için kitaplar yazdı, çeviriler yaptı.

ESERLERİ
ROMAN:
Çalıkuşu (1922)
Gizli El (1924)
Damga (1924)
Dudaktan Kalbe (1925)
Akşam Güneşi (1926)
Bir Kadın Düşmanı (1927)
Yeşil Gece (1928)
Acımak (1928)
Yaprak Dökümü (1930)
Kızılcık Dalları (1932)
Gökyüzü (1935)
Eski Hastalık (1938)
Ateş Gecesi (1942)
Değirmen (1944)
Miskinler Tekkesi (1946)
Harabelerin Çiçeği (1953)
Kavak Yelleri (ölümünden sonra 1961)
Son Sığınak (ölümünden sonra 1961)
Kan Davası (ölümünden sonra 1962)
ÖYKÜ:
Gençlik ve Güzellik (1919)
Roçild Bey (1919)
Eski Ahbap (1919)
Tanrı Misafiri (1927)
Sönmüş Yıldızlar (1928)
Leyla ile Mecnun (1928)
Olağan İşler (1930)
OYUNLAR:
Hançer (1920)
Eski Rüya (1922)
Ümidin Güneşi (1924)
Gazeteci Düşmanı-Şemsiye Hırsızı-İhtiyar Serseri (Üç oyun birarada, 1925)
Taş Parçası (1926)
Hülleci (1926)
Bir Köy Hocası (1928)
Babür Şah'ın Seccadesi (1931)
Bir Kır Eğlencesi (1931)
Ümit Mektebinde (1931)
Felaket Karşısında-Gözdağı-Eski Borç (Üç oyun birarada, 1931)
İstiklal (1933)
Vergi Hırsızı (1933)
Bir Yağmur Gecesi (1943)
Balıkesir Muhasebecisi (1953)
Tanrıdağı Ziyafeti (1955)
Yaprak Dökümü (ölümünden sonra 1971)
Eski Şarkı (ölümünden sonra 1971)
GEZİ:
Anadolu Notları (ilk cildi 1936; ikinci cildi 1966)
EĞİTİM:
Dil ve Edebiyat: Türk Kıraati (1930)
Fransızca-Türkçe Resimli Büyük Dil Kılavuzu (1935)