Saltbuyurmanlık -I
Sevan Nişanyan - 23.07.2009 
 
      
 
 
TDK’nin resmî yayını olan Türk Dili dergisinin 17.-18. sayısı 1936’da çıkmış, 155 sayfa, Dil Devrimi’nin ilk dört yıllık hengâmesinin bir tür özeti, en nadide mücevheri. Yaklaşık 5500 adet yeni kelime tanıtmışlar. “Her adımında yol gösteren, Türklüğün dilini aydınlatan Ulu Önder’e, derleme işini bir devlet ödevi şekline koyan cumhuriyet hükümetine ve onun değer biçilmez başı olan İsmet İnönü’ye” ithaf etmişler. Önerdikleri kelimelerin ezici çoğunluğu unutulup gitmiş, ama mesela imge, içgüdü, izlenim, terim ilk kez bu paha biçilmez eserde gün yüzü gören kelimelerden.
 
Gözüme çarpan incilerden birkaçını sizinle paylaşmak isterim. Hem bir gün yetmeyecek galiba, iki gün eğleneceğiz.
 
Arkasalaytım arkeoloji demekmiş. Frenkçe kelimelerden serbest çağrışım yoluyla Öztürkçe üretmenin nefis örneklerini daha göreceğiz. Eski Türkçe aytmak (konuşmak) fiilinden türettikleri –aytım’ı –loji karşılığı kullanmışlar, ki o da Eski Yunanca “konuşmak” anlamına gelen lógos’tan gelir. Kurunaytımı kronoloji, kütükeytim şecere yani jenealoji, gizaytım da tasavvuf demekmiş.
 
Türkçe sentaks içinde kullanılabilirlik kriterini pek gözetmemişler. Ruh anlamına gelen solu cümlede nasıl geçer? “Bedenime sahip olabilirsin ama soluma asla?” Keza balçıkişleri = seramik (“balçıkişi yer karoları”?), bolkonuşma = gevezelik, uçun = sebep (“uçak düştü, uçun kuşlar”), bir de uçunlam = nedensellik.
 
Fransızcadan serbest atışla türetilenler arasında sosyasarlık (sosyalizm), somtöz (sentez), titülemek (unvan vermek, Fr. intituler), diyelek (lehçe yani diyalekt), arsıman (sanatkâr, Latince ars = sanat) gibi şaheserler göze çarpıyor.
 
Orwell’in Newspeak’çilerini hasetten çatlatacak bileşikler bulmuşlar: saltbuyurman (diktatör), biledüşüm (tesadüf), kıstamgerekler (zorunlu ihtiyaç maddeleri), kirtübilmeserlik (dogmatizm), kendeldirim (medeni yaşam). Bu sonuncusunun soyut hali kendellik (medeniyet). Kent kelimesinden türetmişler, ara sessizi yumuşatınca daha bir otandik duracağını düşünmüşler belli ki.
Çilek
    
 
 
Ümitsizliğe düşüp peşini bıraktığım kelimelerden biri de çilek. Türkçede 16. yüzyıldan beri kaydedilmiş bir kelime. Sanırım o devirdeki anlamı bugünkünden biraz farklı: böğürtlen ve kocayemişi ve yaban çileği dahil her türlü yabani yemişin adı gibi duruyor, tıpkı İngilizce berry gibi. Zaten bugün bildiğimiz evcil çileğin ortaya çıkması epey sonradır, 18. yüzyıl diye kalmış aklımda. Türkiye’ye birtakım Rumlar getirmişler, İstanbul’un Arnavutköyünde saray için çilek yetiştirme imtiyazı almışlar.
 
Azeri Türkçesinde çiyäläk diyorlar. Bizimkinin özgün biçiminin de bu olması lazım, kozalak, çökelek, topalak vb. örneklerinden bildiğimiz +alak ekiyle. Lakin çiy nedir yahut çiymek nedir en ufak fikrim yok. “Islak” manasında çiy’le anlam ilişkisi kurmak bence zor. Eski Asya Türkçesinde yok, diğer Türk dillerinde de yok. Ama başka dilden alıntı da değil. E, bir kelime havadan gelmez, yoktan varolmaz, bu nereden çıkmış?
 
Bir ipucu: Çağataycada yilek çilek demekmiş. Anadolu ağızlarında da ilek veya yilek adı türlü çeşitli yemiş için kullanılır. Ege bölgesinde ilek diye özellikle erkek incirin meyvesine derler, hani mayıs ayında Hacıhüsrevli ablalar yeşilini toplayıp reçel için satarlar, o. Bizim Ege’de de mayısta ilek simsarları türer, dağda bayırda yetişen ileği toplayıp yemiş (yani dişi incir) üreticilerine satarlar. İleğin sineği olmazsa dişi incir meyve vermezmiş çünkü.
 
Aklıma iki soru geliyor. Muhtemelen yanlıştır, ama gene de sorayım. Bir, bu ilek/yilek acaba aslen *yiyelek midir ve – tıpkı yemiş gibi- yemek fiilinden mi gelir?
 
İki, biliyorsunuz Kırgızca, Kazakça gibi bazı Türk dillerinde kelime başındaki /y/ sesi /c/ olur, cılduz, calğan (yalan), caz (yaz) gibi. Türkiye Türkçesinde bu hadisenin hiç örneğine rastlamadım gerçi, ama acaba bilmediğim ve akıl erdiremediğim bir nedenle yilek kelimesi böyle bir dönüşüme uğramış olabilir mi? Yok, uzak ihtimal. Zor.
 
Ermenice yelak da çilektir; Ermenice bir etimolojisi yoktur, dolayısıyla Türkçenin bir kolundan alıntı olması pekâlâ mümkündür.
Bumin
Sevan Nişanyan - 27.07.2009 
 
      
 
 
Kürşat Bumin hocam geçen gün Yeni Şafak’taki yazısında Kelimebaz’ı öve öve övgü manyağı yapmış. Mahcup görünmeye çalışıyorum tabii, ama eş dost meclisinde havamdan geçilmez oldu diyorlar. Zaten Ali ile Özlem başıma kakıp duruyorlardı “tevazu da tevazu, sende tevazu eksik” diye, şu ara hiç onlara gözükmesem daha iyi olacak.
 
*
 
Kürşad da yeterince ilginç ama Bumin adında nasıl bir enteresanlık olduğunun bilmem farkında mısınız? Bumin, daha doğrusu Bumın, Köktürk devletini kuran kağanın adı. Kardeşinin adı İstemi, oğlu Mukan yahut Muxan. Bunların yerine geçenler sırasıyla Taspar, İşbara, Tardu, Şipi ve saire. Kral kentinin adı Ötüken. Hükümdar ailesinin aşiret adı –Asena değil- Aşina.
 
Bu adların ortak özelliği nedir sizce? Söyleyeyim: hiçbiri Türkçe değil. Nece oldukları belli değil, ama Türkçe anlam ifade eden herhangi bir kökle veya yapım unsuruyla alakaları olmadığı açık. Ortaasyada konuşulan eski bir İrani dil olan Hotan Saka dilinde aşina “mavi” demekmiş; eğer öyleyse Kök (= gök, yani mavi) Türk bunun çevirisi olmalı. Hanedanı kuranlara “Blues Brothers” desek ayıp olmaz değil mi?
 
Köktürk devleti bir ara yıkılıp yeniden kurulduktan sonra gelen kağanların hepsinin adı Türkçedir halbuki: Kutluğ (şanslı), Bilge (bilgili), İl-teriş (ülke alan), Kapğan (ele geçiren), Inal (güvenilen), Tengri (gök? adil?)... 680 yılına dek hiç Türkçe yok, o tarihten sonra hepsi Türkçe, ilginç değil mi? Üstelik birinci Köktürk kağanlığının resmî yazıt dili Soğdcadır, ikincisinin Türkçe. Bizim zamanımızdaki ders kitaplarında buna dair bir açıklama gördüğümü hatırlamıyorum. Şimdi belki bulmuşlardır, bilmem.
 
Bundan ne sonuç çıkar? Köktürkler “Türk” değildi sonucu çıkmaz sanırım. Ama en azından Türklerin ta ilk günden beri bir kimlik sorunuyla boğuştukları sonucu çıkar bence, “atalarımız saftı” diye yırtınan çağdaş Öztürkçülerin tahmin ve temennilerinin aksine. Bir millet düşünün ki o millete ve diline adını veren devletin kurucuları ailecek yabancı isim taşısın, olur mu böyle şey?
 
Tarihte “Türk” adını ilk kullananlar bu Köktürklerdir. Şu konuştuğumuz dile “Türkçe” adı veriliyorsa bunun müsebbibi de büyük olasılıkla Bumın Kağandır. Daha önceden çeşitli kavimler bu dilin çeşitli lehçelerini konuşuyordu şüphesiz, ama egemen bir klan adının hepsine bayrak olması onun kurduğu imparatorluk sayesindedir.
İsot
 
      
 
 
Yok kardeşim, üzgünüm, isot da Kürtçe değil.
 
Gene bir tanesi sayfalar boyu döktürmüş, ne Türk faşizmine yalakalığım kalmış, ne hangi menfur çıkarlara “hizmet ettiğim.” Özbeöz Urfa malı olan isota sözlüğümde Türkçe demişim, halbuki Kürtçe olduğunu herkes bilirmiş, Türkler bu kelimeyi 1990’larda öğrenmiş, yalan konuşarak kime yaranmaya çalışıyormuşum, dıy dıy da dıy dıy.
 
Bakıyorum 1480 küsur tarihli Sultan Bayezit kanunnamesine, issi ot, “her türlü acılı baharat” gibi duruyor, ama karabiber demek de olabilir. [Hadi Halil Berktay gibi yapalım. Not 1: O tarihte daha bizim bildiğimiz yeşil/kırmızı biber Amerika’dan gelmemişti, o olamaz. Not 2: Ahmed Akgündüz yeni yazıya ıssı ot diye çevirmiş ama sanırım doğru olamaz; kelimenin aslı issidir, 17. yüzyıldan sonra ıssı olur. Özgün metne bakmalı nasıl yazmışlar.]
 
1680’de Meninski gayet net, issi ot demiş sin harfi ve şedde ile. Karşılığı şaşırtıcı, zencefil demekmiş. Ki o da ağız yakar fena halde. Yapı açık: issi demek sıcak, burada “yakan” anlamında. Ot Türkçede sadece küçük yeşil bitki değil, her türlü baharata, yemeğe katılan maddeye, ilaca ot denir, biraz İngilizce condiment gibi. İssi ot = yakar bahar.
 
Ahmet Vefik Paşa’da (1876) sözcük madde başında yok, ama Biber maddesinde ağzından kaçırmış, “Türkîde isot denir” demiş. Türkî demek burada “köylü ağzı” demek. Demek ki neymiş? İssi, issicek, issitme İstanbul ağzında zamanla ısı, (ı)sıcak, (ı)sıtma olurken issi ot kaybolmuş, ama taşra ağzında eski ses değeriyle yaşamaya devam etmiş. Yakın devirde Urfa’nın en yakıcı biber çeşidinin adı olarak gene geri geldi. Urfa’da eskiden Türk mü vardı diye sorarsanız bilmem, yerlisine sorun.
İflas
Sevan Nişanyan - 09.10.2009 
 
      
 
 
Gümüş ve altından para basma işini Manisa Salihli civarında oturan Lidya kralları icat etti derler, ama bu icadı alıp bütün Akdeniz ve Yakındoğu âlemine tanıtan Yunanlılardır. MÖ 400’lerde Atina parası dünyanın ilk uluslararası para birimi olmuş. Ondan az sonra Büyük İskender’in ordularıyla beraber Yunan usulü sikkeler ta Afganistan’larda, Hindistan’larda boy göstermiş.
 
İnanması ilk bakışta zor gibi ama İskender’den sonraki beşyüz yıl boyunca Bağdat’tan başlayıp Horasan’a uzanan alanda darp edilmiş İran paralarının üstündeki yazılar hep Yunancadır. Para standardı da antik Atina standardıdır, yani dört küsur gram gümüş içeren drachma (hırıltılı h sesiyle drahma veya draxma) ile bunun altıda biri değerindeki bakır obolos aynen devam eder.
 
Obolos Yunanca “metal çubuk” demek; paranın icadından önce Yunanlılar alışverişte metal çubuk kullanırmış, ondan. Drassomai fiilinden draxma ise “bir avuç” yahut “bir tutam”: Herodot’a göre bir gümüş para bir avuç dolusu bakır paraya eş olduğu için öyle demişler. Aradan bin yıl geçmiş, İslam fethi arefesinde İran paralarının adı aynı: dört gramlık gümüş drahm ile bakır pûl veya pûlus. Araplar bu kelimeleri aynen almışlar. Arapçada sözcük başında çift sessiz imkânsız olduğundan drahm olmuş dirham (Türkçesi dirhem), Arapçada /p/ sesi mevcut olmadığından pûlus da olmuş fuls yahut fils.
 
Bugünkü Arap ülkelerinin bazılarında para birimleri halen bunlardır, bilirsiniz. Ama sermayeyi pul etmek anlamında füls’ten ifcâl vezninde türettikleri iflâs sözcüğünü hiç bu yönden düşünmemiştiniz, ondan eminim.
 
*
 
Evet Türkçe pul da Farsçadan. Esasen “en değersiz para birimi” demek. 19. yüzyılda posta stampası çıkınca, yanılmıyorsam ortası delik yirmi paranın halk arasındaki lakabı pul olduğu için bu fiyata satılan posta stampasına da pul adını vermişler.
 

İngiltere

 
      
 
 
Neden tere? Yani neden İngilland yahut İngilya veya İngilistan değil? Frenk ne zaman Fransız olmuş? Yüzlerce yıl Portakal olan memleketin adı nasıl Portekiz’e dönmüş? Bu soruların cevabı üzerinden Türkçenin tüm kültürlerarası ilişkiler tarihini yazmak mümkün. Köşeyazısı değil kitap olur vallahi.
 
İtalyanca İnglaterra (eski imlası İnghilterra) ve Fransızca Angleterre, ikisi de “İngiliz toprağı” demek. Terra = toprak, arazi. Biz İtalya’dan mı almışız, Fransa’dan mı? Karar vermek zor. 1680’de henüz İngiltere yok, Meninski sözlüğü hem milletin hem ülkenin adına İngilîz/İngilîs demiş. Tere 18. yüzyıl sonlarına doğru zuhur ettiğine göre Fransızcadan aktarılmış olması daha muhtemel bence. Fransızcanın uluslararası diplomasi dili olmasıyla bizimkilerin buna ayak uydurması aşağı yukarı o devirdedir.
 
17. yüzyılda hâlâ França ve Françalu revaçta, ama ufak ufak Fransa da başlamış bile. İlki tabii İtalyancadır, /s/li biçimi ise Fransızca. Peki Fransız ne? Rahmetli Tietze Venedikçe Franzès biçimine dikkat çekmiş, ben de ona kanmışım. Ama sonradan düşündüm, français sıfatı bugünkü Fransızcada /franse/ diye okunur gerçi ama ta 18. yüzyıla dek sondaki /s/ yutulmazdı, eril hali bile /fransez/ olurdu. Asıl oradan olmalı.
 
Nemçelü’nün Alman olması da yine Fransız ekolünün etkisidir; en erken 1780’lerde örneğini buldum. Sırpça ve bilumum diğer Slav dillerinde nemeç/niemçi vs. “yabancı” demektir. Almanlara bu adı vermişler, “gâvur” niyetine. Osmanlı da Doytiş yahut Totış filan diyeceğine tutmuş Rumelili ahalinin kullandığı Nemçe adını benimsemiş, ta 14. yüzyılda. Kazara Türklerin o devirde Almanlarla biraz daha yakın teması olsaydı bugün “Meşhur Totış şairi Goethe” diye konuşuyor olacaktık belki de. Ülke adı da Totışistan? (Deutsch’un aslı Teut’sch malum.)

OSMANLI DEVLETİNDE KÜTÜPHANELER

İlk Osmanlı kütüphaneleri medreseler bünyesinde kurulmuştur. Bilinen ilk Osmanlı kütüphaneleri Bursa ve Bolu'da kurulmuş olan iki medresenin içinde oluşturulmuştur.

 

 

 

 

 

Kültürel gelişmenin fetret döneminde durma noktasına geldiği Osmanlı Devleti'nde 15. yüzyılda II. Murad'ın padişahlığı döneminde yapılan medreseler, camiler ve tekke kütüphaneleri sayesinde, yeni bir Osmanlı kültür hayatı oluşur. II. Murad'ın 1430'da Edirne'de kurduğu Darü'l-hadis medresesinin vakfiyesine göre burada 71 cilt yazma eser bulunmaktaydı.

 

Fatih Sultan Mehmed İstanbul'u fethettikten sonra bu şehrin İslâm dünyasının önemli bir kültür merkezi olması için uğraştı. Bu nedenle bazı Bizans kiliselerini medreseye çevirdi. Bazı kişisel kitaplarını da buralara bağışladı.

 

Hakkında kesin bilgi olan ilk kütüphane Fatih Sultan Mehmed tarafından 1459 yılında yaptırılan Eyüp Camisinde bulunan kütüphanedir. Daha sonra Fatih Sultan Mehmed 1463-1470 yılları arasında Fatih Camisini yaptırarak etrafına sekiz medrese kurdurdu. Bizans kiliselerinde bulunan sınıfları buraya getirtti. Amaç, camide merkezî bir kütüphane kurarak kullanımı kolaylaştırmaktı. Sultan tarafından bağışlanan kitaplarla derme sayısı 839'a çıktı. Ayrıca, Topkapı'da, Edirne'den gelen kitaplardan oluşan bir koleksiyon kurdu.

 

İstanbul ve İmparatorluğun diğer yerlerindeki devlet adamları ve ünlü bilginler tarafından kurulmuş kütüphaneler de vardı. Bunlar genellikle Edirne, Bursa, Amasya ve Konya gibi kültür merkezlerindeydi. II.Bayezid, Edirne, Amasya ve İstanbul'daki külliyelerinde birer kütüphane kurdurmuştur. Bunun dışında devrin devlet adamlarının, bilginlerinin gerek İstanbul'da gerekse Anadolu ve Rumeli'de kütüphaneler kurdukları bilinmektedir: Alaiyeli Muhiddin, Atik Ali Paşa, Efdalzade Ahmed Çelebi ve Muslihiddin Çelebi İstanbul'da birer kütüphane kurmuşlardır. İnegöl'de İshak Paşa (1489), Edirne'de Noktacı-zade Mehmed (1492), Manastır'da İshak Çelebi (1506), Prizren'de Suzi Çelebi (1513'ten önce), Amasya'daki Hatuniye kütüphaneleri bunlardan sadece birkaçıdır.

 

I. Selim döneminde kütüphane konularında pek bir çalışma görülmez. Oğlu I. Süleyman'ın saltanatının ileriki yıllarında İstanbul ve diğer şehirlerde kütüphaneler kurulur. Bu dönemde kurulan medreselerin onaltısında birer kütüphane bulunmaktadır.

 

16.yüzyılın sonuna doğru medreselerin bünyesinde kurulan kütüphanelerin sayısı artmıştır. Bu kütüphanelerin pek çoğu önceki yüzyılda kurulmuş kütüphanelerin benzeridir. Bu dönemde farklı iki kütüphane vardır. İlki, Mahmud Bey tarafından Cihangir Camisi bünyesinde 1593'te kurulan kütüphanedir. Bu kütüphanenin özelliği kitapların birkaçı hariç tamamının Türkçe olmasıdır. İkincisi, III. Murad tarafından İstanbul'da Rasathane bünyesinde kurulmuş, sadece astronomi ile ilgili eserler içeren bir ihtisas kütüphanesidir.

 

İlk bağımsız kütüphane İstanbul'da Köprülü Fazıl Mustafa Paşa tarafından 1678'de kuruldu. Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, Amca-zade Hüseyin ve Şeyhülislam Feyzullah Efendi tarafından kütüphaneler kuruldu. Bu üç kütüphane aynı yüzyılda medrese kütüphanelerinden hem koleksiyon hem de personel bakımından farklı idi.

 

Osmanlı tarihinde Lale Devri (1718-1730) olarak bilinen, Sultan III. Ahmed'in saltanatının ikinci döneminde kütüphanelere büyük özen gösterilmiştir. III. Ahmed sarayda ve Yeni Caminin yanında (1725); Veziri İbrahim Paşa ise, İstanbul'daki medresesinde (1720) ve memleketi olan Nevşehir'de (1728) kütüphaneler kurmuşlardır.

 

I. Mahmud (1730-1754) döneminde kütüphanelerin daha hızlı geliştiği görülür. Ayasofya (1740); Fatih (1742); Galatasaray (1754) kütüphaneleri bu dönemde kurulan en önemli kütüphanelerdir. Ayrıca günümüze kadar gelen birçok kütüphane de I. Mahmud dönemine tarihlenir : Hekimoğlu Ali Paşa (1738), Hacı Beşir Ağa (1745), Ayasofya (1740), Atıf Efendi (1741) ve Fatih (1742) kütüphaneleri bunlardandır.

 

18. yüzyılın sonuna doğru kurulan kütüphanelerin çoğu farklı bir özellik taşımaz; Nevşehir'de Karavezir (1780); Isparta'da Halil Hamit Paşa (1783); Konya'da Yusuf Ağa (1794); Kayseri'de Raşit Efendi (1797); Kütahya'da Vahit Paşa (1811) ve Burdur'da Derviş Paşa (1818) bu dönemin kütüphaneleridir.

 

II. Mahmud (1808-1839), yaptığı yeniliklerin bir parçası olarak, kütüphaneleri de devletin kontrolü altına almaya çalışmıştır. Ancak, devletin kütüphanelere müdahalesi kontrolle sınırlı kalmış ve Tanzimatın ilanından sonra kütüphanelerde köklü değişiklikler yapılmıştır.

 

Tanzimat'tan Cumhuriyet'in kuruluşuna (1923) kadar vakıf kütüphaneleri gelişmelerini sürdürmüş, ancak bu devirde Batının tesiriyle yüksek öğrenim kurumlarının bir çoğunda Türkçe ve yabancı dilde, özellikle Fransızca olarak yayımlanmış kitaplardan oluşan kütüphaneler kurulmuştur.

 

 

 

Türkiye, günümüzde bütün ilimlerde İslâmî yazmaların en çok bulunduğu ülkedir. Arşivlerdeki evrak dışında, Türkiye'de 300.000 cilt civarında yazma olduğu tahmin edilmektedir. Ortalama olarak bunların 160.000'den fazlası Arapça; 70.000 cilt kadarı Türkçe; 13.000 ciltten fazlası Farsça'dır. Yunanca, Ermenice, Süryanice yazmalar da vardır. Türkiye'deki yazma eserlerin 160.000 kadarı Kültür Bakanlığı Kütüphaneler Genel Müdürlüğü bünyesinde görev yapan 35 kütüphanede yer almaktadır.

 

Edebî topluluklar tablosu

 

Topluluğun Adı

Sanatçılar

Tanzimat 1. Dönem

Şinasi

Ziya Paşa

Namık Kemal

Ahmet Mithat Efendi

Şemsettin Sami

Ahmet Vefik Paşa

Tanzimat 2. Dönem

Recaizade Mahmut Ekrem

Abdülhak Hamit Tarhan

Sami Paşazade Sezai

Nabizade Nazım

Servet-i Fünun

(Edebiyat-ı Cedide)

(1896-1901)

Ali Ekrem

Cenap Şahabettin

Süleyman Nazif

Mehmet Rauf

Tevfik Fikret

Hüseyin Cahit

Ahmet Hikmet

Faik Ali

Celâl Sahir

Hüseyin Suat

Halit Ziya

Fecr-i Âtî

(1909-1911)

Yakup Kadri

Ahmet Haşim

Refik Halit

Fuat Köprülü

Ali Canip

Şehabettin Süleyman

Celâl Sahir

Tahsin Nihat

Emin Bülent

Millî Edebiyat

(1911-1923)

Ziya Gökalp

Ömer Seyfettin

Mehmet Emin Yurdakul

Ali Canip

Yusuf Ziya Ortaç

Faruk Nafiz Çamlıbel

Enis Behiç Koryürek

Kemalettin Kamu

Aka Gündüz

Refik Halit Karay

Reşat Nuri Güntekin

Yakup Kadri

Halide Edik Adıvar

Hamdullah Suphi

Ahmet Hikmet Müftüoğlu

Necip Fazıl Kısakürek

Fuat Köprülü

Halide Nusret Zorlutuna

Şükûfe Nihal

Peyami Safa

Ahmet Hamdi Tanpınar

Beş Hececiler

(Millî Mücadele Dönemi ve sonrası)

Orhan Seyfi Orhon (1890-1972)

Yusuf Ziya Ortaç (1896-1967)

Faruk Nafiz Çamlıbel (1898-1973)

Enis Behiç Koryürek'in (1892-1949)

Halit Fahri Ozansoy (1891-1971)

Yedi Meşaleciler

(1928-1930)

Sabri Esat Siyavuşgil

Ziya Osman Saba

Yaşar Nabi Nayır

Kenan Hulusi

Cevdet Kudret Solok

Muammer Lütfi

Vasfi Mahir Kocatürk

Birinci Yeniler

(Garipçiler)

(1940)

Orhan Veli Kanık

Melih Cevdet Anday

Oktay Rifat Horozcu

İkinci Yeniler

(Soyutçular)

Turgut Uyar

Edip Cansever

İlhan Berk

Ece Ayhan

Sezai Karakoç

Ülkü Tamer

 


Edebiyat-Tarih İlişkisi

Edebiyat tarihi, medeniyet tarihinin en önemli kısmıdır. Bir milletin uzun asırlar esnasında geçirdiği fikrî ve hissî gelişmeyi belirten bütün kalem ürünlerini inceleme ile onun manevi hayatını, gerçekte olduğu gibi tasvire çalışır.

Bir milletin edebiyatı, millî ruhu ve millî hayatı göstermek için en samimi bir ayna sayılabilir. "Bir millet, hayatı nasıl görüyor? Nasıl düşünüyor? Nasıl hissediyor?" Biz, bunu en doğru ve en canlı olarak o milletin fikir ve kalem ürünlerinde bulabiliriz.

Edebiyat, toplumun bir kurumu olmasından dolayı, kendisini meydana getiren toplumun diğer kurumlarıyla bağlı ve onlarla ahenklidir. Hakikaten, bir milletin coğrafi çevresiyle, sonra iktisadi, dinî, hukuki, ahlâkî, bedii, siyasi hayatıyla edebiyatı arasındaki bağlantılar çok açıktır.

Geçmiş zamanlara ait bir edebî eseri layıkıyla ve tarihî manâsıyla anlamak için, önce o devrin genel hayatını, yaşayış ve düşünüş tarzlarını, o devir insanlarının hayat ve evren hakkında neler bildiklerini öğrenmemiz gerekir. Demek oluyor ki edebiyat tarihi, bir milletin coğrafi çevresini, din, hukuk, ahlak, iktisat, güzel sanatlar gibi kurumlarını ve siyasi hayatını genel yapısıyla gösteren medeniyet tarihinin ya da genel ve yaygın anlamıyla "tarih"in çerçevesi içinde incelenmelidir. Filoloji yani "Lisaniyat" ve tarih üzerine dayanmadan edebiyat tarihi meydana getirilemez.

Bir "şaheser"i incelemedeki amacımız, o milletin edebî gelişmesini gereği gibi ve doğru olarak anlamak içindir. Çünkü bir "şaheser", neticede mutlaka "toplumsal bir ülkünün ifadesidir."

Dâhiler, mensup oldukları toplumun bugünkü veya gelecekteki bir ülküsünü başarıyla temsil eden insanlar olmak bakımındandır ki edebiyat tarihinde başlıca hedef olurlar.

Ord. Prof. Dr. Fuad KÖPRÜLÜ
Türk Edebiyatı Tarih
Sadeleştirilerek ve kısaltılarak alınmıştır.


M. Fuad Köprülü, Türkiye'de ilk defa özellikle tarih ve edebiyat tarihi incelemelerinde bilimsel yöntemleri ortaya koymuş bir bilim adamıdır. Onun ortaya koyduğu yöntemler bütün bilimsel çalışmalarda esas alınmış ve yapılan çalışmalar bilimsel temellere oturmuştur.

Okuduğumuz "Edebiyat Tarihi" adlı metinde yazar edebiyatın, edebî eserin ortaya çıktığı toplumun tarihiyle, sosyal yapısıyla olan ilişkisini açıklamaktadır.
Edebiyat tarihinin, edebî eserler sayesinde bir toplumun çağlar boyunca geçirdiği sosyal, siyasi, ekonomik ve düşünce alanındaki değişme ve gelişmeleri gözler önüne serdiğini görürüz.

M. Fuad Köprülü'nün çalışmalarının ağırlık noktası edebiyat tarihidir. Edebiyatımızın gelişimini tarih ve yayılma alanlarında bir bütün olarak ele alan M. Fuad Köprülü, birçok dönemi ve eseri gün ışığına çıkardı. Bütünüyle bir kenara bırakılmış olan halk edebiyatını ve şairlerini tanıttı.

 

Milletler uzun tarihleri boyunca edebiyatla ilgili sayısız eserler meydana getirirler. Edebiyat bir milletin hayat damarıdır. Edebiyat eserleri olmayan milletler uygarlaşamaz, tarih sahnesinden silinirler.

İşte edebiyat tarihi, bir ulusun yüzyıllarca meydana getirdiği edebî eserleri inceleyerek geçirdiği dönemleri kronolojik bir sıra içinde inceleyen bilim dalıdır.
Edebiyat tarihi, edebî eserlerle o eserleri yaratanları sosyal çevresi ile beraber inceler. Böylece geçmiş dönemlerde yaşayan atalarımızın duygu, düşünce ve sanat anlayışları hakkında bize bilgi aktarır. Bu konuda edebiyat tarihçisi Agâh Sırrı Levent, günümüz edebiyat tarihçisinin görevini şöyle anlatır: "Bugün gittikçe zenginleşen kültür dünyasında edebiyatın ufku genişlemiş, edebiyat tarihi de ağır görevler yüklenmiştir. Çağdaş edebiyat tarihçisi, şairleri unutulmaktan kurtarmak ya da eski zevkleri hikâye etmek için eserini yazmıyor. Sadece bilgi vermeyi de yeterli bulmuyor; incelemek, araştırmak, derinlere inmek, insanlığın gidişini, tarihini yazdığı ulusun dünya anlayışını kavrayıcı bir genişlikte yansıtmak istiyor. Edebiyat tarihi bunu yaptığı oranda görevini yapmış sayılır."

Bir başka deyişle edebiyat tarihi bir toplumun edebiyatının işlediği yolu ve geçirdiği dönemleri anlatan, edebiyat hayatını bütün olarak değerlendiren bir bilim dalıdır.

Edebiyat tarihi aracılığıyla değişik çağlardaki kültür birikimimizi tanırız.

Toplumların düşünce yapılarını, dünya görüşlerini öğreniriz. Bütün bu bilgiler bir edebiyat eserinin değerlendirilmesinde bize yol gösterir.

Ülkemizde Batılı anlamda edebiyat tarihi çalışmaları Tanzimat döneminde başlar. Bu alandaki ilk kapsamlı çalışma Fuad Köprülü'nün 1928 yılında yayımladığı Edebiyat Tarihi adlı eserdir. Ayrıca Ahmet Hamdi Tanpınar, Agâh Sırrı Levent, Nihat Sami Banarlı, Mustafa Nihat Özön, Vasfi Mahir Kocatürk, Ahmet Oktay, Şükran Kurdakul, İnci Enginun bu konuda önemli araştırmalar yapmışlardır.

Tarihin geçmiş dönemlerdeki olayları, savaşları, uygarlıkları belgelere dayanarak, yer ve zaman göstererek inceleyen bilim dalı olduğunu biliyorsunuz. Edebiyat tarihi de geçmiş dönemlerde yazılmış eserleri inceler, sonuçlar çıkarır. Ancak tarihin incelediği olay sona ermiştir. Edebiyat tarihinin incelediği eserin etkisi sanatın çağlara meydan okuyan gücü ile hâlâ sürmektedir.

Bir başka deyişle edebiyat tarihi ulusumuzun başlangıcından günümüze kadar üretilen edebî eserleri tarihsel gelişim çizgisi içerisinde incelerken o dönemin kültür ve sanat anlayışına bağlı kalır. Kişisel zevk ve heyecanını bir ölçüt olarak ele almaz. Örnek vermek gerekirse Abdülhak Şinasi Hisar'in "Fahim Bey ve Biz" adlı romanının kahramanı Fahim Bey'i incelerken Cumhuriyet döneminin sanat anlayışı her zaman göz önünde bulundurulması gerekir.

 

 

Türk Edebiyatının Dönemlere Ayrılmasındaki Ölçütler

 

Edebiyatımız, hiçbir yazılı belge bulamadığımız çok eski dönemlerde başlamış ve birbirinden farklı kollar halinde gelişmek suretiyle günümüze kadar süregelmiştir. Başlangıcından günümüze kadar aynı milli ruhun, edebiyatımızın bütün dönemlerinde hiç değişmeyen ve amacı belirleyen bir çizgi olarak varlığını hissettirdiğini görüyoruz. Ancak bu milli çizgiye onu zenginleştiren birbirinden farklı motiflerin de eklendiğini söylemeliyiz. Edebiyatımızın hangi medeniyetin veya hangi edebiyatların tesirine girdiğini, hangi amaçlara hizmet ettiğini ve toplumdaki hangi sosyal sınıflar tarafından temsil edildiğini bu farklılıklara bakarak anlıyoruz. Ayrıca edebi eserlerde kullanılan kelimelerin yapılarına, çekimlerine ve ses özelliklerine bakarak hangi dil coğrafyasına ait olduğunu belirtiyoruz.

Dünyada başka milletlerin edebiyatlarında da, ana çizgi değişmemekle beraber, farklı edebi dönemler yaşandığı görülmektedir. Fakat bunların pek azı bizim edebiyatımız kadar çeşitlilik arz etmektedir. Tabii ki bunun en önemli sebebi Türk boylarının dünya üzerinde çeşitli coğrafi bölgelere dağılarak ayrı topluluklar halinde ve ayrı devletler kurarak yaşamalarıdır. Bu durum, birtakım kültürel farklılıkları, farklı lehçe ve şivelerin oluşumunu, farklı medeniyetlerden etkilenmeyi ve farklı edebiyatlara sahip olmayı beraberinde getirmiştir.

Biz de edebiyatımızı tarihi gelişimi içecisinde devirlere ayırarak her birini kendi özelliklerine göre incelemek durumundayız. Edebiyatımızın devirlere ayrılmasında esas aldığımız ölçülerden başlıcalar şunlardır:

1. Dil Anlayışı

Asya'nın ve Avrupa'nın çeşitli bölgelerinde başlayıp gelişen Türk edebiyatlarını birbirinden ayıran yalnızca şekil, muhteva ve gaye farklılığı değildir, önemli bir faktör daha vardır ki, bu da edebi eserin asıl malzemesi olan dilde ortaya çıkmaktadır. Bu farklılıklara lehçe veya şive farklılığı diyoruz.

Bir dilin bilinemeyen bir dönemde ayrılan kollarına lehçe denir. Türkçenin Yakutça ve Çuvaşça olmak üzere iki lehçesi vardır. Yakut ve Çuvaş Türkçeleriyle, Türkiye Türkçesi arasında büyük ses, kelime ve şekil farklılıkları vardır. Ayrıca bu lehçelere ait edebiyatlar halen incelenip bir sonuca varılmamıştır.

Bir dilin takip edilebilen tarihi seyri içinde ayrılan kollarına ise şive diyoruz. Türkçenin tarihi gelişimi tam olarak VIII. yüzyıldan itibaren takip edilebilmektedir. Bu nedenle elimizde bulunan ilk yazılı örnekleri (Orhun Kitabeleri) esas almak durumundayız. Bu eserlerin Göktürk alfabesiyle yazıya geçirildiğini görüyoruz. Eserlerin dili ise Göktürkçe (Köktürkçe)dir.

Şiveler arasındaki ayrılıklar, kelimelerin yapı, çekim ve fonetik (ses) Özellikleriyle ilgili farklılıklardan kaynaklanmaktadır. Bu farklılıklar dikkate alınarak Türkçenin birkaç çeşit tasnifi (sınıflandırılması) yapılmıştır.

Şu halde Çağdaş Türk edebiyatlarını; Azerbaycan Türk edebiyatı, Kırgızistan Türk edebiyatı, Kazak Türkleri edebiyatı, Özbekistan Türk edebiyatı şeklinde birbirinden ayırırken kullanılan kıstas, bu edebiyatların farklı coğrafyalarda oluşan değişik şivelere ait olmalarıdır.

2. Kültürel Farklılaşma

Kültür, bir milletin dil, din, duygu, düşünce ve yaşayış tarzındaki bütünlüktür. Bunlarda başlayan değişme, kültürel farklılaşmayı ortaya çıkarır. Türkler, İslamiyet öncesinde atlı-göçebe hayat tarzını sürdürmekteydiler. Bu hayat tarzı, yerleşik hayata geçişle birlikte terk edilirken, 'bozkır kültürü' olarak adlandırdığımız bu kültür de yavaş yavaş terkedilmiştir. İslamiyeti kabul eden Türkler, bu dini inancın kabullerine ters düşmeyen bazı geleneklerini de sürdürmüşlerdir. Uzun bir dönemde değişime uğramayan Türk - İslam kültürü, etkisini edebi alanda da göstermiştir, islamiyetin kabulünden Tanzimat dönemine kadarki Türk edebiyatında dini muhteva her zaman ağırlıklı olmuştur.

Tanzimat döneminde ise, edebi eserlerin şeklinde ve muhtevasında büyük değişmeler olmuştur. Gerek Tanzimat Fermanında (1839), gerekse onun tamamlayıcısı niteliğindeki Islahat Fermanı'nda (1856) ifade edilen siyasi, askeri, ekonomik ve diğer alanlardaki değişiklikler doğrudan Batı medeniyeti esas alınarak düzenlenmiştir. Bu durum devletin Batı medeniyeti dairesine girmeyi resmi bir politika haline getirmesi demektir. Yapılan çalışmalar kısa zamanda meyvesini vermiş; devlet, halkıyla ve yönetimiyle hızlı bir değişim sürecine girmiştir. Sanatkâr da kendi alanıyla ilgili yenilikleri ülkesin taşımaya başlamıştır. İstanbul'da sosyal hayat değişmiş, sanat eserleri kendi malzemesinin oluşumunda etkili olmaya başlamıştır. Bu durumu Ahmet Hamdi Tanpınar, "Modern edebiyat bir medeniyet kriziyle başlar." cümlesiyle özetler.

10.yüzyıldan itibaren Acem ve Arap edebiyatlarının etkisiyle ve İslami düşünceye dayalı olarak başlayıp daha sonra milli bir hüviyet kazanan yazılı Türk edebiyatı, bu kez Batı medeniyetinin ve Fransız edebiyatının etkisiyle 1860'lı yıllardan sonra yavaş yavaş yeni bir çehreye bürünmüş ve yeni bir kimlik arayışına girmiştir.

Bütün bu değişmeler dikkate alınarak 1860 yılını esas kabul edip, bu tarihten sonra gelişen edebiyatımızı Batı Etkisinde Gelişen Türk Edebiyatı olarak isimlendiriyor ve bu dönemi kendi ölçüleri içinde değerlendiriyoruz.

3. Dini Hayat

İslamiyetin kabul edilmesinden önce de Türklerin birkaç defa din değiştirdiğini biliyoruz, önce büyü ve sihre dayalı Şamanizm inancına mensup olan bazı Türk boyları daha sonra Mani ve Budha (Buda) dinlerine girmişlerdir. Şüphesiz bu değişiklik edebi eserler Üzerinde de tesirini gösterecektir. Nitekim Göktürk Kitabelerinde ve eski Türk destanlarında bir Gök Tanrı'dan bahsedilirken Mani ve Budha dinleriyle ilgili metinlerde daha farklı bir inanç sisteminin övgüsü yapılmaktadır.

Edebiyatımızda asıl köklü değişiklik 10. yüzyıldan itibaren İslamiyetin kabul edilmesiyle kendini göstermiştir. Başta Karahanlı Devleti olmak üzere Gazneliler, Harzemşahlar ve Selçuklular bünyesinde yeni ve güçlü bir edebiyatın başladığını görüyoruz. Bu değişiklik sadece edebiyatla sınırlı kalmamış; resim, minyatür, ağaç işlemeciliği ve mimaride de kendini göstermiştir. Hatta hat sanatı gibi yeni bir sanatın da başlangıcı olmuştur.

XI. ve XII. yüzyıllarda Müslüman Araplar ve İranlılarla iyi ilişkiler kuran Müslüman Türkler, artık İslam medeniyeti dairesinde yer alacaklardır. Edebi, kültürel ve siyasi alanlarda karşılıklı etkileşime ve İslam'ı inanca bağlı olarak yeni dünya görüşünün ifadesi olan bir edebiyat başlamıştır. Bu edebiyat gelişerek Tanzimat dönemine kadar devam etmiştir.

Bu, şekil, muhteva ve gaye değişikliğini dikkate alarak, edebiyatımızın X. yüzyılda öncesini ve sonrasını kendi ölçüleri içinde inceliyoruz.

4. Dil Coğrafyası

9. ve 10. yüzyıllarda bazı Türk boylarının ayrı devletler kurup kendi yazı dilerini oluşturduklarını görüyoruz. Farklı coğrafyalarda ve değişik kollar halinde gelişen dilimizin bugün Azeri Türkçesi, Kırgız Türkçesi, Özbek Türkçesi, Türkiye Türkçesi ve Balkan Türkçesi gibi birçok şivesi vardır.

(Kaynak: Prof. Dr. Abdurrahman Güzel, Dr. Ali Tosun, Murat özbay Dr Himmet Biray, Musa Çiftçi, Türk Dili ve Edebiyatı Edebiyat 1 D.K.A.Ş)

Özetle;
Türk Edebiyatının dönemlere ayrılmasında;
-Dil anlayışı
-Dini hayat
-Kültürel farklılaşma
-Sanat anlayışı
-Coğrafya değişimi
-Lehçe ve şive ayrılıkları etkili olmuştur.

 

 

1) İSLAMİYETTEN ÖNCEKİ TÜRK EDEBİYATI
a) Sözlü Edebiyat
b) Yazılı Edebiyat

2) İSLAMİYETİN KABULÜNDEN SONRAKİ TÜRK EDEBİYATI
a) Divan Edebiyatı
b) Halk Edebiyatı

    * Anonim Türk Halk Edebiyatı
    * Dini-Tasavvufi Türk Halk Edebiyatı
    * Âşık Tarzı Türk Halk Edebiyatı

3 ) BATI TESİRİNDEKİ TÜRK EDEBİYATI
- Tanzimat Edebiyatı
- Servet-i Fünun Edebiyatı
- Fecr-i Ati Edebiyatı
- Milli Edebiyat
- Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı
- Beş Hececiler
- Yedi Meşaleciler
- Garipçiler( Birinci Yeniciler)
- Maviciler
- Hisarcılar
- İkinci Yeniciler
- Toplumcu Gerçekçiler

Sözlü Edebiyat, Türklerin henüz yazıyı kullanmadıkları dönemdeki edebiyattır. Bu dönem edebiyatı sözlü olarak üretilmiş ve kulaktan kulağa yayılarak varlığını sürdürmüştür. Bu dönemde edebiyatımızı Şamanizm, Maniheizm, Budizm gibi dinler etkilemiştir.

İslamiyet öncesi Türk edebiyatı, M.Ö. 4000'li 3000'li yıllardan başlayarak Türklerin İslamiyeti kabul ettiği XI. yüzyıl ortalarına kadar sürer. Bu uzun dönemin KökTürkler'e ait yazılı anıtların ortaya konduğu M.S. VI. yüzyıla kadar olan bölümü sözlü edebiyat dönemi olarak adlandırılır.

Bilindiği gibi söz yazıdan öncedir. Böyle olunca da yazılı edebiyat ürünlerinden önce, sözlü edebiyat ürünlerinin oluştuğu ortadadır. Bütün ulusların edebiyatında olduğu gibi Türklerin edebiyatında da sözlü edebiyatın doğuşu dinsel temellere dayanır. Sözlü edebiyat ürünleri, daha yazının bulunmadığı dönemlerde, dinsel törenlerde üretilmeye başlanmış, kuşaktan kuşağa aktarılarak yaşatılmıştır.

Edebiyat türleri içinde ilk doğan tür olan şiir, sözlü edebiyatın anlatımında önemli bir rol oynar. İslamiyet öncesi Türk edebiyatında da şiirin önemli bir yeri vardır.

Sözlü Dönemin Özellikleri

1. "Kopuz" adı verilen sazla dile getirilmiştir.
2. Ölçü olarak ulusal ölçümüz olan "hece ölçüsü" kullanılmıştır.
3. Nazım birimi "dörtlük"tür.
4. Dönemine göre arı bir dili vardır.
5. Dizelere genel olarak yarım uyak hakimdir.
6. Daha çok doğa,aşk ve ölüm konuları işlenmiştir.
7. Bu döneme yönelik elimizdeki en eski kaynak Kaşgarlı Mahmut'un "Divan-ı Lügat-it Türk" adlı eseridir.

Sözlü Dönemin Ürünleri

1. Koşuk: Sığır denilen sürek avlarında söylenen şirlerdir.Konusu daha çok doğa,aşk,şavaş ve yiğitliktir.Bu tür daha sonra halk edebiyatında koşma adıyla anılmıştır.
2. Sav: Dönemin özlü sözleridir.Bugünkü atasözlerinin ilk biçimi niteliğindedir.
3. Sagu: "Yuğ" adı verilen ölüm törenlerinde ölen kişinin erdemlerini ve onun ölümünden duyulan hüznü dile getiren şiirlerdir.
4. Destan: Toplumu derinden etkileyen olaylar sonucunda halk arasında kendiliğinden oluşan uzun nazım türüdür.

Eski Türk Şiiri

İslamiyet öncesi Türk şiiri hece ölçüsüyle yazılmıştır. Yedili, sekizli, onikili ölçülere çok rastlanır. Kafiye önemlidir, dize başlarında da kafiye yapılır. Nazım birimi dörtlüktür. İslamiyet öncesi Türk şiirinin dili Öz Türkçedir. Şiirler, Türklerin o çağdaki dünya görüşlerini, yaşantılarını, duygularını, düşüncelerini doğal bir dille anlatırlar. Şiirlerde doğa, aşk, kahramanlık, cesaret, binicilik, at sevgisi, askerlik, ölüm en çok işlenen konulardır.

Çin kaynaklarında M.Ö. II. yüzyıla ait eski Türk şiir çevirilerine rastlanmaktadır.

İlk Türk Şairleri

İslamiyet öncesindeki Türklerde şairlere baksı, kam, ozan gibi adlar verilirdi. Kaşgarlı Mahmud'un Divânü Lûgati't Türk adlı eserinde ve Turfan kazılarında ele geçirilen metinlerde adlarına ve şiirlerine rastlanan ilk Türk şairleri Aprın Çor Tigin, Çuçu, Ki-ki, Kül Tarkan, Asıg Tutung, Pratyaya Şiri, Kalun Kayşı, Çisuya Tutung'dur.

İlk Türk Şiiri

İslamiyet öncesi Türk şiirinin, şairi bilinen ilk örneklerini Uygurlar'da bulmaktayız. Aprın Çor Tigin'in yazdığı "Bir Aşk Şiiri" adlı ilk Türk şiirinin son parçasının aslı ve çevirisi şöyledir: 

Eski Türkçe İle

Türkiye Türkçesi İle

Yaruk tengriler yarlıkazun
Yavaşım birle
Yakışıpan adrılmalım
Küçlüg biriştiler küç birzün
Közi karam birle
Külüşügin oluralım.

Nurlu tanrılar buyursun
Yumuşak huylum ile
Birleşip bir daha ayrılmayalım
Güçlü peygamberler güç versin
Kara gözlüm ile
Gülüşerek yaşayalım.

Destan (Epope)

Destanlar ulusların yazı öncesi çağlarında oluşmuş olağanüstü olaylarla, doğaüstü kahramanlarla ve kahramanlıklarla yüklü, öyküleyici özellikler taşıyan uzun şiirlerdir. Destanlar, eski çağlarda ezgiye eşlik etmeye en uygun biçimde, çoğunlukla nazımla düzenlenmiştir. Epik şiirin en güzel örnekleri olan destanlarda olağanüstü olayların, doğaüstü kahramanların, tanrıların savaşlarının yanı sıra; eski çağ insanlarının inanışları, yaratılış ve varoluş konusundaki düşünceleri; ulusların özlemleri ve düşleri de dile getirilir. Destanlar insanların olayları dinleme ve anlatma gereksiniminden dolayı kuşaktan kuşağa yayılmıştır.

Destanların Doğuşu

İnsanlar ilk çağlarda toplum ve doğa olaylarını anlamakta güçlük çektiler. Her olay onlara önce Tanrıyı düşündürdü: Gök gürlemesi Tanrının hiddetiydi. Yıldırımlar, kasırgalar, susuzluklar Tanrının insanlara verdiği cezalardı. İnsanlar her doğa olayını korkuyla karışık bir hayranlıkla izledi.

Zengin bir hayal dünyası olan ilk insanlar, önemli gördükleri her olayı, olağanüstü olay ve hayallerle süsleyerek birbirlerine anlattılar. Yeni olaylarla zenginleşen destanlar, halk arasında yayılarak ortak bir eser haline geldi. Destanları anlatan her yeni ağız destanlara yalnız bir olay değil, dil ve söyleyiş güzelliği de kattı. Destanlar, başlangıçta manzum oldukları, ezgiyle söylendikleri için halk dilinde uzun süre yaşayabildi.

Atilla Özkırımlı'nın (1995) Tarih İçinde Türk Edebiyatı adlı yapıtında da belirttiği gibi: "Denilebilir ki, doğayla savaşımın ve toplum biçiminin, yine toplumun ortak düş gücüyle insanın zihninde sanatsal bir biçimde yoğrulması destanları doğurmuş; insanlar toplumun oluşumuna, doğanın gizlerine destan kahramanlarının serüvenleriyle yanıt vermişlerdir."

Destanlar, birçok doğa olayının çözüme ulaştığı dönemlerde bile yer yer önemini koruyarak köklü bir destan geleneğinin oluşmasını sağlamıştır. Zamanla, destan gelenekleri zenginleşen ulusların, destan şairleri yetişmiştir.

Sözlü dönem destanlarının özellikleri

1. Toplumun ortak görüşleri yansıtılmıştır.
2. Olağanüstü özellikler bulunmaktadır.
3. Önemli kişiler han, kral gibi seçkin kişilerden veya toplumun kabullendiği bir kahramandan ibarettir.
4. Söyleyiş milli dil tarzındadır.
5. Oldukça uzun yazılardır.
6. Milli nazım ölçüsü kullanılmıştır.
7. Konuları bakımından savaş,deprem,yangın,mizah,ünlü kişilerin yaşamları şeklinde gruplandırma yapmak mümkündür.

Türk Destanları

Bir ulusun destan sahibi olabilmesi için:

. O ulusun halkının hayal gücünün en eski çağlarda bile, efsaneler, destanlaryaratmaya elverişli olması,
. O ulusun tarihinde unutulmaz doğa olayları, büyük savaşlar, güçler, baskınlar, değişik coğrafi çevrelere dağılmalar gibi halkının gönlünde ve kafasında nesiller boyu yaşayacak önemli olayların yaşanmış olması gerekir.

Destanların oluşumu için gerekli olan bu şartlar, Türk tarihinde fazlasıyla görülür. Seyit Kemal Karaalioğlu Türk Edebiyat Tarihi adlı yapıtında: "Türk tarihine, Türk destanları ile girebiliriz, Türk tarihinin kökenine ilk Türk destanları ile inebiliriz" derken, Türk tarihinin destanlarla, destanlaşmış kahramanlarla dolu olduğunu da vurgular. Ne yazık ki, Türk destanlarının asıl metinleri elimizde değildir. Çok zengin olduğu bilinen Türk destanları ile ilgili bilgiler Arap, İran ve Çin kaynaklarından elde edilmektedir.

Türk destanlarının bir kısmı Türk ve yabancı araştırmacılar tarafından halk ağzından derlenmiştir. Bir kısmına Arap, İran ve Çin kaynaklarında rastlanmaktadır. Bir kısmına Batılı kaynaklarda rastlanırken bir kısmı da Türk aydın ve yazarları tarafından çeşitli dönemlerde, çeşitli nedenlerle, çeşitli dil ve yazılarla kaleme alınmıştır.

Destanlarımızın büyük bir kısmı yazıya oldukça geç geçirilmiş, sözlü edebiyattaki şekliyle de tamamen yazıya aktarılamamışlardır. Ancak yüzyıllar içinde yaşayıp yeni olaylarla zenginleşmiş Türkün duygu, düşünce ve anılarıyla değer kazanmışlardır. Araştırmacılar Eski İran ve Yunan destanları ile Türk destanları arasındaki benzerliklere dikkat çekerler. Destan devri yaşayan uluslar arasındaki bu tür alışverişler doğaldır.

Destan Kültürünün Önemi

Destanlar; tarih, düşünce ve sanat bakımından büyük değer taşırlar. Tarihi aydınlatır, düşünce ve sanata kaynak oluştururlar. Bilimsel tarih araştırmaları yanında, tarihi olaylar karşısında halkın duygu ve düşüncelerini yansıtırlar. Nihat Sami Banarlı'nın (1971) Resimli Türk Edebiyatı adlı yapıtında da belirttiği gibi: "Destanlar halk gözüyle görülen, halk ruhuyla duyulan ve halk hayalinde masallaştırılan tarihlerdir." Destan kahramanlarının doğaüstü özellikler göstermesi, olayların olağanüstülüklerle anlatılması destanların gerçeklerden uzak olduğunu göstermez. Destanlar, anlatımlarındaki olağanüstü özellikler ayıklandığında ulusların tarihini aydınlatan en önemli kaynaklardır.

Yüzyıllar boyunca Türklerin duyuş, düşünüş, inanış ve hayallerini; güzel sanatlarını; aşk, aile, vatan, ulus ve devlet anlayışlarını Türk destanlarında görebiliriz.

Destan

Destan , milletlerin hayatında büyük yankılar uyandırmış (savaş, göç, istilâ gibi) tarihî olayların (yangın, salgın hastalık, sel, deprem gibi) toplumsal ve doğal olayların çağdan çağa aktarılmış, aktarılırken de hayal unsurlarıyla oluşmuş, süslenmiş, değiştirilmiş manzum söylenceleridir.

Destanlar, Araplar'da "esatir ", Batı'da "myth" olarak adlandırılır. Destanlar ikiye ayrılır; Yapay ve Doğal Destanlar. Yapay Destanlar: yazarı belli olan,daha yakın zamanda yazılan ve olağanüstü durumlara az yer veren bir destan türü iken, Doğal Destanlar: anonim( yazarı belli olmayan),ilkel dönemde yaşanmış olayları konu alan ve sözlü destan türüdür. Destanlar İslamiyet'in kabulünden önceki Türk Edebiyatı kategorisine aittirler. Ayrıca da çok uzun yazılardırlar. Destanlar 3 safhadan oluşur:

1.        Halkın benliğinde iz bırakan olaylar ve bunda rol oynayan kahramanlar,

2.        Olayın ağızdan ağıza aktarılması,

3.        Yazıya daha sonradan geçirilmesidir.

Milletlerin toplumu derinden etkileyen, tarihi önem arz eden önemli olaylarını (doğal afetler, savaşlar, göç, yangın vb.) konu edinirler. Çoğu kez manzum olurlar. Tarih, etnografya, folklor gibi bilimler destanlardaki bilgilerden yararlanır.

Destanlar da masallar gibi Sözlü ve Yazılı olmak üzere ikiye ayrılır.

  • Doğal Destanlar (İslamiyet öncesi ve İslami Dönem Destanları, Sözlü Destanlar, Anonim)

 

 

Türk edebiyatında destanlar İslamiyet öncesi ve İslami dönem olmak üzere ikiye ayrılır. Bunlar doğal destanlardır.

Doğal Destanlar : Bu destanların çoğu destan döneminde yani İslamiyet öncesi dönemde ortaya çıkmıştır. Destan dönemi çok eski dönemlerde mitolojilerin ortaya çıktığı dönemdir. İnsanların evreni, yaradılışlarını, yaşanılan tüm doğa olaylarını sorguladıkları, adlandırmaya çalıştıkları dönemdir. (Örn. Yunan mitolojisindeki Zeus ve Afrodit gibi tanrı ve tanrıçaların ortaya çıkması bu dönemdedir.)

  • Destanların temelinde çekirdek bir olay vardır. Bu olay gerçektir. Zaman içerisinde yaşanmış olan bu gerçek olay o millet tarafından; kimi zaman benzetmeler, kimi zaman abartmalar kullanılarak yaratılmıştır.
  • Özellikle İslamiyet öncesi döneme kaynaklık ederler.
  • Destanların dil ve anlatımı kimi zaman kahramanlara olağanüstü özellikler kazandırır, ifadeler açıktır. Uzun betimlemeler yer almaz.
  • Sözlü ürünlerdir. Doğal destanların üç dönemi vardır :

1.        Ortaya çıkma

2.        Yayılış

3.        Derleme

  • Destanlar manzum örneklerdir. Bu, akılda kalıcılığı ve sürekliliği sağlamak içindir.
  • İslamiyet öncesi Türkler göçebe yaşam tarzı sürerlerdi. Atçılık ve avlanma onlar için önemlidir. Göktanrı inancı hakimdir. Tüm bu sosyal şartları aynı zamanda destanlarda görebiliriz.
  • Destanlarda iki tip vardır :

1.        "Veli" tipi (yol gösteren, yaşlı pir kişi)

2.        "Alperen" tipi (savaşçı, cesur, korkusuz kişi)

  • Özellikle bazı destanlarda, anlatılan bölüm hikâye, karşılıklı konuşmaların ve seslenmelerin olduğu bölüm nazımdır. Yani nazım ve nesir iç içedir. (Destanların aslı manzum örneklerdir)

 

 

 

Türk Destanları

Türk Destanları, Efsane ve Mitleri

Türk destanları, kâinatın, insanın, kadının ve erkeğin yaradılışı; Türk milletinin doğuşu, çeşitli Türk devletlerinin kuruluş, gelişme, çöküşleri, zafer ve yenilgileri gibi konularla beraber pek çok sebep açıklayıcı efsaneyi de içinde barındırır. Bütün dünya edebiyatlarında olduğu gibi Türk edebiyatının da ilk örnekleri destanlardır

Sözlü Edebiyat

İslamiyet'ten Önceki Destanlar

1. Altay - Yakut

Yaratılış destanı

2.Sakalar Dönemi[kaynak belirtilmeli]

a.Alp Er Tunga Destanı

b.Şu Destanı

3.Hun Dönemi[kaynak belirtilmeli]

Oğuz Kağan Destanı

Atilla Destanı

4.Göktürk Dönemi

a.Bozkurt Destanı

b.Ergenekon Destanı

5.Uygur Dönemi

a. Türeyiş destanı

b. Göç Destanı

İslamiyet'in Kabulünden Sonraki Destanlar

1.Karahanlı Dönemi

Satuk Buğra Han Destanı

2.Kazak-Kırgız Kültür Dâiresi

Manas destanı

3.Türk-Moğol Kültür Dâiresi

Cengiz-name

4.Tatar-Kırım

Timur ve Edige Destanları

5.Selçuklu-Beylikler ve Osmanlı Dönemleri

a. Seyid Battal Gazi Destanı

b. Danişmend Gazi Destanı

c. Köroğlu Destanı

d. Saltukname

Alpamış Destanı Orta Asyanın bütününde bilinir; en cok basımı yapılmış destandır.                                                                           Saka Destanı İskit Türkleri’ne aittir. Bu destan zinciri içinde Alp Er Tunga ve Şu parçaları bulunur. Bunlar Kaşgarlı Mahmut’u Divanü Lugati-t-Türk adlı eserinde yer almıştır.

Oğuz Kağan Destanı 14’üncü yüzyılda derlenmiş özet nitelikte bir metindir. Oğuz Kağan’ın doğumu ve üstün nitelikleri, askeri başarıları ve ülkeyi oğulları arasında pay edişi anlatılır.

Oğuz Türkleri’nden günümüze gelen tek destan metni ise Dede Korkut Kitabı’dır. Bayındır Han soyundan geldikleri sanılan Akkoyunlular’ın egemen olduğu Kuzeydoğu Anadolu’daki olaylar ve Müslüman Oğuzlar’ın yaşamı anlatılır.

Göktürk Destanları çeşitli parçalardan oluşmuştur. Bozkurt parçasında Göktürkler’in bir boz kurdun soyundan geldikleri, Ergenekon parçasında ise Ergenkon’a sığınmaları, çoğalıp buraya sığmayınca dağı eriterek dış dünyaya çıkmaları anlatılır. Köroğlu parçasında, göçebe Oğuzlar’ın Horasan ve Hazar’da İranlılarla savaşlarından sözedilir. Bunlardan biri de Ergenekon Destanı'dır.

Manas Destanı’nda Kırgız Türkleri'nin putperest Kalmuk ve Çinliler’le savaşları vardır.

Anadolu Türk destanlarından Saltukname(Saltuk-nâme), Sarı Saltuk, Batı Anadolu ve Rumeli olayları anlatır.

Cengiz Han Destanı Moğol istilasından sonra Kıpçak bozkırlarında ve eski Uygurların yaşadığı bölgelerdeki olayları anlatır.

Timur Destanı Timur’un savaşları ve kişiliğine yer verir.

Danişmend Gazi Destanı’nda Türklerin Anadolu’yu ele geçirmeleri anlatılır.

Battal Gazi Destanı’nda da Anadolu’daki Türk-Bizans savaşları yer alır.

Sav

Sav, İslamiyet öncesi Türk edebiyatında atasözünün karşılığıdır. Bir düşünceyi, bir deneyimi, bir öğüdü, en az sözcükle kısaca anlatan kalıplardır. Biçim olarak bir düz yazı tümcesi veya bir şiir dizesi gibi olabilirler. İslamiyet öncesi Türk edebiyatına ait savların kimileri küçük ses değişiklikleriyle, Türkçede bugün de yaşamaktadır. ,

Eski Türkçe İle

Türkiye Türkçesi İle

1. Aç ne yimes, tok ne times.
2. Alın arslan tutar, küçin sıçgan tutmas.
3. Bir karga birle kış kelmes.
4. Böri koşnısın yimes.
5. Ermegüke bulıt yük bolır.
6. Efdeki buzagı öküz bolmas.
7. İt ısırmaz, at tepmes time.
8. Tag taga kavuşmas, kiş kişike kavuşur.
9. Yılan kendi egrisin bilmes, tefi boynın eğri tir.
10. Kanıg kan bile yumas.

1. Aç ne yemez, tok ne demez.
2. Al (Hile) ile aslan tutulur, güç ile sıçan tutulmaz.
3. Bir karga ile kış gelmez.
4. Kurt komşusunu yemez.
5. Tembele bulut yük olur.
6. Evdeki buzağı öküz olmaz.
7. İt ısırmaz, at tepmez deme.
8. Dağ dağa kavuşmaz, kişi kişiye kavuşur.
9. Yılan kendi eğrisini bilmez, deve boynun eğri der.
10. Kanı kanla yıkamazlar

İslamiyet öncesi Türk edebiyatına ait en güzel savları XI. yüzyılda Kaşgarlı Mahmud'un yazdığı Divânü Lûgati't Türk adlı eserde görüyoruz.

Sagu

Sagular da savlar gibi eski Türklerin yaşam biçimlerinden doğan sözlü ürünlerdir. Eski Türklerde sevilen, sayılan bir kişinin ölümünden sonra düzenlenen cenaze törenine "yuğ töreni", bu törenlerde söylenen şiirlere "sagu" adı verilirdi (IV. Üniteye bakınız). Ölen kişinin yiğitliğini, yaptığı işleri, değerini anlatan, ölümünden doğan acıyı dile getiren bu şiirler bir tür ağıttır. Destan özelliği de gösteren sagularda geniş doğa tasvirlerine rastlanır.

Aşağıda Alp Er Tunga'nın ölümü üzerine duyulan acıyı dile getiren "Alp Er Tunga Sagusu"nu okuyacaksınız. Alp Er Tunga Sagusu XI. yüzyılda Kaşgarlı Mahmud tarafından halk ağzından derlenmiştir.

(Alp Er Tonga Sagusu)

Karahanlı Türkçesiyle

Türkiye Türkçesiyle

 

Alp Er Tonga öldi mü
İsiz ajun kaldı mu
Ödlek öçin aldı mu
Emdi yürek yırtılur

Alp Er Tonga öldü mü,
Kötü dünya kaldı mı,
Zaman öcün aldı mı
Artık yürek yırtılır.

Ödlek yarag közetti
Ogrı tuzak uzattı
Begler begin azıttı
Kaçsa kah kurtulur

Felek fırsat gözetti,
Gizli tuzak uzattı,
Beyler beyin şaşırttı;
Kaçsa nasıl kurtulur?

Koşuk

Eski Türkler totemlerinin etini yemezlerdi. Yılda bir kez, belli dönemlerde, "sığır töreni" adı verilen kutsal av törenlerinde onu kurban ederek yerlerdi. "Şölen" adı verilen bu toplu ziyafetlerde ve yengi ile biten savaşlar sonunda, tüm boyların erkekleri biraraya gelerek eğlenirdi. Bu eğlencelerde söylenen çoklukla aşk, doğa ve yiğitlik konularını işleyen şiirlere "koşuk" adı verilir. Genellikle kendi başına bütünlüğü olan dört dizeli bentlerden oluşan koşuklar manilere ve koşmalara kaynak olmuştur.

Eski Türkçe İle

Türkiye Türkçesi İle

 

Öpkem kelip ogradım
Arslanlayu kökredim
Alplar başın togradım
Emdi meni kim tutar

Öfkelenip dışarı çıktım
Arslan gibi kükredim
Yiğitler başını doğradım
Şimdi beni kim tutabilir.

Kanı akıp yoşuldu
Kabı kamug deşildi
Ölüg birle koşuldu
Togmuş küni uş batar

Kanı akıp boşandı
Derisi baştan başa deşildi
Ölülerle bir oldu
Doğan güneş işte batıyor

İslamiyet öncesi Türk edebiyatının sözlü ürünleri olan destanların, savların, saguların ve koşukların kimileri zaman içinde yitip gitmiştir. Bu ürünler kuşkusuz eski çağlarda Türkler arasında toplumsal bilinci yaratan ve birliği, beraberliği, barışı sağlayan en önemli etmenlerdi.

Eski Türklerde kam, kaman, baksı, şaman yerini tutan ozanlar; raks ve müzik ustalıkları gibi büyücü ve doktor görevini de üstlenmişlerdir. Törenlerde raks ederken sazlarıyla da destan parçaları, sav, sagu, koşuk okuyarak kötü ruhları da büyüleriyle engellemeye çalışır, hastaları sağaltma(tedavi) görevi de üstlenirlerdi.

Sözlü Edebiyat Dönemi Özet

Bütün uluslarda olduğu gibi Türklerde de yazı kullanılmadan önce "sözlü" bir edebiyat vardı. Sözlü edebiyatta şiir önemli bir yer tutar. Eski çağlarda doğa olaylarının, savaşların, kahramanların anlatıldığı kuşaktan kuşağa geçerek şairlerin dilinde epik şiirin en güzel örneklerini oluşturdu. Çoğunlukla toplumun kurtarıcısı ve öncüsü sayılan kişileri yücelten kutsallaştıran bu öykü şiirlere "destan" adı verilir.

Eski Türklerde bir düşünceyi, bir deneyimi, bir öğüdü kısaca anlatan sözlere "sav" adı verilir. Savlar bugünkü atasözlerinin temelidir. "Yuğ töreni" eski Türklerde sevilen, sayılan kişiler için düzenlenen cenaze törenlerine verilen addır. Bu törenlerde ölen kişinin yiğitliğini, yaptığı işleri, değerini anlatan, ölümünden duyulan acıyı dile getiren şiirler söylenirdi. Bir tür ağıt olan bu şiirlere eski Türkler "sagu" adını verirlerdi.

Eski Türklerde birlik ve beraberliği sağlamak çok önemlidir. Şölenlerde, toylarda, üstünlükle biten savaş sonlarında halkı heyecana getirmek için okunan şiirlere "koşuk" adı verilir. Çok zengin olduğu bilinen Türk destanlarıyla ilgili bilgiler Arap, Fars ve Çin kaynaklarından elde edilmektedir. Halk ağzından derlenen birbirinden güzel sav, sagu ve koşuklar ise XI. yüzyılda Kaşgarlı Mahmud tarafından yazılan Divânü Lûgati't Türk adlı yapıtta görülmektedir.

 

 

B ) YAZILI EDEBİYAT

Türklerin GÖKTÜRK alfabesini kullanmasıyla başlayan dönemdir. Daha eskilere ait maalesef herhangi bir eserimiz yoktur. Tarihi bilinen en eski yazıtımız(mezar taşı): Çoyren (687-692)dir.
Tarihimizin ve dilimizin ilk en önemli belgeleri Göktürk Yazıtlar(Orhun Kitabeleri)dir.
*Doğu Göktürklerine aittirler.
*720,732,735 yıllarında dikilmişlerdir.
*Vezir Tonyukuk, Bilge Kağan, Kültigin adına dikilmişlerdir.
*Yollug Tigin adlı bir yazara yazdırmıştır.
*Öz Türkçe ile yazılmıştır.
*Türk hakanlarının Göktürkleri nasıl birleştirdiklerini, devleti nasıl idare ettiklerini, gelecek kuşakların ne yapmaları gerektiğini anlatan bir nutuk (söylev)tur.
* Aslında birer mezar taşı olarak tasarlanmışlardır.
* Taşların üç tarafı Göktürk alfabesiyle bir tarafı da Çince yazılmıştır.
* Eserler şu an MOĞALİSTAN sınırları içindedir.
* 1900' lü yılların başında Strahlanberk tarafından bulunmuş, Danimarkalı Thamson tarafından okunmuşlardır.

Yazılı Dönem Ürünleri

Orhun Yazıtları                                  
Uygur Metinleri

Orhun (Göktürk, Köktürk) Yazıtları (Abideleri, Anıtları)

Çinlilere karşı bağımsızlık savaşı yapan, Türk bütünlüğünü yeniden kurmak için içte ve dışta savaşan Göktürklerin hikayesi anlatılır bu yazıtlarda. Bu abideler 38 harfli olan Göktürk alfabesiyle yazılmıştır. Bunlardan en önemli olanları 3 tanedir.

1. Bilge Tonyukuk Yazıtı: Dört bakana vezirlik etmiş olan Tonyukuk tarafından yazılmıştır. Daha çok Çinlilerle yapılan savaşlar anlatılmaktadır.

2. Kül Tiğin Yazıtı: Göktürk hakanı Bilge Kağan'ın kardeşi Kül Tiğin'in ölümü üzerine Bilge Kağan tarafından dikilmiştir.

3. Bilge Kağan Yazıtı: Göktürk hakanı Bilge Kağan'ın ölümünden sonra yazdırılmış bir abidedir. Son iki yazar daha çok dönemin olaylarından, törelerden ve Bilge Kağan'ın ulusuna dilediği iyi dileklerden söz eder.

Uygur Dönemi Eserleri

Göktürk devletinin yıkılmasından sonra kurulan uygur hanlıklarından kalma eserlerdir Daha çok Buddha ve Mani dininin esaslarını anlatan metinlerdir. Bunlar turfan yöresinde yapılan kazılarda ortaya çıkarılmıştır. Uygurların kâğıda kitap basma tekniğini bildikleri anlaşılmaktadır. Dönemden kalma birçok hikâyenin yanında "kökünç" denilen bir ilkel tiyatro eserleri de vardır. Uygurlar bu eserleri 14 harfli uygur alfabesiyle yazmışlardır.

 

    Bu metinler Uygurca’dır.Buda‘nın hayatını anlatan ALTUN YARUK ve     

   SEKİZ YÜKMEK ,    ESKİ TURFAN ŞARKILARI,    TÜRKÇE MANİ METİNLERİ

 

İSLAMİYETİN ETKİSİNDEKİTÜRK EDEBİYATI

(10.-19.yy)

 

Türkler onuncu yüzyıldan itibaren kitleler halinde İslamiyeti kabul etmeye başlamışlardır. İslam kültürünün etkisiyle yavaşa yavaş yeni bir edebiyat ortaya çıkmıştır. Kendine özgü nitelikleri ve kurallarıyla “Divan Edebiyatı” adını verdiğimiz dönemin oluşumu 13.. yüzyıla kadar gelir. Daha sonra bu edebiyat anlayışı 19.yüzyıla kadar etkin bir şekilde varlığını sürdürür.

 

Diğer yandan, İslamiyetten önceki “Sözlü Edebiyat Dönemi”, İslam kültürünün etkisiyle içeriğinde küçük değişimlere uğrayarak “Halk Edebiyatı” adıyla gelişimini sürdürür. Yani, bir anlamda “Halk Edebiyatı” dediğimiz edebiyat, islamiyetten önceki edebiyatımızın İslam uygarlığı altındaki yeni biçimlenişidir. Oysa “Divan Edebiyatı” tamamen dinin etkisiyle şekillenmiş bir edebiyattır.

 

Türklerin Müslüman olduğunu kabul ettiğimiz 10.yüzyılla, Divan edebiyatının başlangıcı olarak kabul edilen 13. yüzyıl arasında İslamiyetin etkisi altında verilmiş olan, bir anlamda geçiş dönemi ürünlerimiz sayılan eserler yer almaktadır.

 

İLK İSLAMİ ÜRÜNLER

 

KUTADGU BİLİG: Eserin adı “mutluluk veren bilgi” anlamına gelir. Yazarı, Yusuf Has Hacip’tir. Karahanlılar zamanında (XI. yüzyıl-1070) yazılmış, ideal bir devlet yönetiminin nasıl olması gerektiği üzerinde durulmuştur. Esrin dilinde henüz Arapça ve Farsça etkisi yoktur. Birimi beyit, ölçüsü aruz, kalıbı fe u lün/fe u lün /fe ul’dür. Bilinen üç nüshası, bugün Fergana, Viyana ve Mısır’da bulunmaktadır.

Edebiyatımızda aruz ölçüsünün ilk kullanıldığı eser olarak kabul edilmektedir. Eserde adaleti, aklı, saadeti ve devleti temsil eden dört kahramanın çevresinde gelişen olaylarla yazar, devlet idaresinin ve sosyal düzenin nasıl olması gerektiğini anlatır.

DİVAN Ü LUGAT-İT TÜRK: Eserin adı, “Türk Dili’nin toplu(genel) Sözlüğü” anlamına gelir. Adından da anlaşılacağı gibi, eser bir sözlüktür; Araplara Türkçe’yi öğretmek amacıyla yazılmıştır. Bundan dolayı, Türkçe’nin Arapça karşısında savunulduğu bir eser olarak değerlendirilir. Eserde Türkçe sözcüklerin anlamları Arapça’yla açıklanmakta ve her maddeden sonra birtakım Türkçe metinler örnek olarak verilmektedir. Kaşgarlı Mahmut tarafından XI. yüzyılda yazılan eserin asıl önemi de, işte bu derleme Türkçe metinlerden ileri gelmektedir. Eserine bir de Türk illerinin haritasını koyan Kaşgarlı Mahmut, Türkçe sözcüklerin açıklamalarını yaparken dört yüze yakın dörtlükten oluşan şiirlerle atasözlerini (sav) örnek olarak verir. Divan-ı Lügat-it Türk, Türk dilinin ana eseri, Türk edebiyatının ve folklörünün bir hazinesi olarak kabul edilmektedir. Hakaniye Türkçesiyle yazılmış olan eserde 7500 civarında Türkçe sözcük Arapça olarak açıklanmıştır. Ayrıca Türk boylarının dilleri ve Türk illeri hakkında bilgi verir.

ATABETÜ’L-HAKAYIK: 12. yüzyılda Edip Ahmet tarafından aruz ölçüsü (Şehname) vezni) ve dörtlüklerle yazılmıştır. Eserin adı “Hakikatler Basamağı” anlamındadır. Hakaniye Türkçesiyle yazılmış olan eserde, bilginin fayydası, cehaletin zararları, cömertlik, cimrilik, iyi ve kötü huylar anlatılarak halka yararlı olmak amacı güdülmüştür. Dini-ahlaki bir eserdir. Edip Ahmet’in bu eseri yazarken Kutadgu Bilig’den etkilendiği bilinmektedir.

 

DİVAN-I HİKMET: 12. yüzylda Ahmet Yesevi tarafından dörtlüklerle ve hece ölçüsüyle yazılmış dini, tasavvufi ve öğretici bir eserdir. Dörtlüklerin her birine “hikmet” adı verilmiş ve bu hikmetler Orta Asya ve Anadolu’da yayılarak halkı derinden etkilemiştir. Yesevilik tarikatının da kurcusu olan Ahmet Yesevi daha sonra Anadolu’da kurulan pek çok tarikata kaynak olmuştur.

 

Orta Asya ve Türk boylarının bulunduğu bölgelerde yüzyıllarca sevilerek okunan “Bakırgan Kitabı”nın yazarı olan Süleyman Ata da, Ahmet Yesevi’nin haleflerinden biridir.Onun eseri de dini, tasavvufi ve öğretici şiirlerden oluşmaktadır.

 

DEDE KORKUT HİKAYELERİ: Oğuz Türklerinin Rum, Abaza ve Gürcülerle yaptıkları savaşlara ait destani hikayelerdir. Halk arasında söylene söylene 14.yüzyılda son şeklini almış ve 15. ve 16. yüzyılda yazıya geçirilmiştir. Hikayelerin yazarı belli değildir. Dede Korkut hikayeleri on iki hikaye ile bir önsözden oluşmaktadır. Desten geleneğinden halk öykücülüğüne geçiş dönemi ürünleridir. Hikayelerde olaylar nesir, kahramanların duygu ve düşünceleri nazımla dile getirilmiştir. Arı bir dil kullanılmış, olağanüstü olaylar yer verilmiştir

 

Türkçenin canlı ve doğal anlatım güzelliğini gösteren hikayelerde ses tekrarları da sıkça yer almaktadır.

 

Dede Korkut hikayelerinin tek ve tam nüshası Almanya’da Dresden Kütüphanesi’ndedir.