Battânî’nin keşif ve başarılarından bazıları şöyledir:
1- Matematik alanında Yunan kirişi yerine sinüsleri kullanan ilk ilim adamıdır.
2- İlk defa kotanjant kavramını geliştirmiş ve dereceli bir tablo oluşturmuştur.
3- Ay’ın boylamda ortalama hareketini tespit etmiştir
4- Güneş ve Ay’ın görünür çaplarını ölçmüştür.
5- Güneş’te bir yıl, Ay’da ise bir ay zarfında gözlenen değişiklikleri hesaplamıştır.
6- Ay’ın tutulma derecesinin hesabı için çok sağlam bir metot geliştirmiştir.
7- Küre trigonometrisinin ba–zı problemlerini ortografik projeksiyon yardımıyla incelemiştir.
8- Dik üçgenleri inceleyerek geometrideki temel kavramlardan sinüs, kosinüs, tanjant, kotanjant, sekant ve kosekantın tariflerini yapan ve bunları gerçek mânâda ilk defa kullanan kişidir.
9- Gerçek astronomik cetveli (zic, yıllık) hazırlayan ilk ilim adamıdır.
10- Sıfırdan 90 dereceye kadar açıların trigonometrik değerlerini hesaplamıştır.
11- Cebir çözüm metotlarını trigonometrik denklemlere uygulamıştır.
12- Yukarıda bahsi geçen bütün matematik ve trigonometri teknikleri Batı Avrupa’da 15. yüzyıldan 17. yüzyıla kadar Kopernik, Kepler, Tycho Brahe ve Galile gibi ilim adamları tarafından da kullanılmıştır.

ÇOK DAHA FAZLASI ICIN TIKLAYIN

http://www.sizinti.com.tr/konular/ayrinti/astronomide-bir-oncuel-battani.html

Kimyanın Kurucusu: Cabir Bin Hayyan

Ahmet IŞIK / Biyografi - Ekim 2009
http://www.sizinti.com.tr/konular/ayrinti/kimyanin-kurucusu-cabir-bin-hayyan.html

Batıda Geber olarak bilinen Cabir bin Hayyan (721–815), başta kimya olmak üzere, tıp, eczacılık, metalürji, astronomi, felsefe, fizik gibi ilim dallarına katkılarıyla bilim tarihçileri tarafından tanınan Müslüman bir âlimdir. Kûfe'de eczacı bir babanın çocuğu olarak doğmuştur. Maddelerin altına dönüştürülmesi (transmutasyon) için metotlar geliştirmeyi hedefleyen simya ilminin babası olarak bilinen Cabir bin Hayyan, geliştirdiği element anlayışı, denge teorisi yaklaşımı, tatbikatları, icat ettiği âlet ve düzeneklerle kimyanın babası kabul edilmektedir.

Ünlü Fransız bilim tarihçisi M. Berthelot'in onun hakkındaki düşünceleri şöyledir: "Aristo'nun mantık ilmindeki yeri neyse, Câbir bin Hayyân'ın kimya ilmindeki yeri de odur. Aristo, mantığın kurucusu ve üstadı olarak kabul edildiği gibi, Cabir bin Hayyan da kimyanın kurucusu ve üstadıdır." Julius Ruska, Lâtin kimyasının temellerini Yunanca değil, bilakis Arapça orijinal eserlerin tercümelerinin sağladığını belirtmektedir.1 Yaşayan ilim tarihçimiz Fuat Sezgin de, tıp, fizik, astronomi, felsefe alanında birçok eser kaleme alan, âlemde görülebilen veya görülemeyen her şeyin belli bir düzenin neticesi olduğunu belirten Cabir bin Hayyan'ın, genetik ilmine işaret eden şu sözlerini nakletmektedir. "Allah bize fizikî kanunlar vermiştir. Bunlarla bitki, hayvan hattâ insanın benzerini yapabiliriz. Allah beşere öyle kabiliyetler bahşetmiştir ki, beşer, kâinattaki bütün sır perdelerini bununla çözmeye muktedirdir."

Eserleri
Cabir bin Hayyan; uygulamalı fizik-kimya, teorik fizik-kimya, madenler fizik-kimyası, matematik, astronomi, felsefe ve dinler tarihi gibi çok değişik alanlarda sayıları yüzlerle ifade edilen eser kaleme almıştır. İlim tarihçisi İbn Nedim, Cabir'in çalışmalarını şu şekilde tasnif eder: Gökyüzü, Yerküre, Ay, Güneş, Taşlar, Tuzlar, Mürekkep (Bileşik), Hayvanlar, Bitkiler, Gizli Mineraller, Kırmızı Boya, Mayalanmış Sıvılar (Büyük ve Küçük Kitap), İç Amalgamlar, Dış Amalgamlar, Civa Ruhu, Yumurtalar, Kan, İdrar, Mayalanmış Sıvıların Kalıntıları, Mürekkep (ikinci kitap), Cevherler (kıymetli taşlar), Boyalar, Parfümler, Kokular, Çamur, Yaradılışın Unsurları (1 ve 2), Mükemmellik, Tek (İlâhî birlik hakikatini ele alan büyük ve küçük olmak üzere iki kitap), el-Rükn, Açıklama, Nizam, Işık, Akıl Yürütme Üzerine Temellenmiş Süreçler, Kabaran Deniz, İcra Etme, Müdafaa Edilmiş Akıl, Mücerretler (Cismanî olamayanlar mânâsında).1

Batılı âlimlerin Cabir'in birçok eserini tercüme ederek sahiplendiği bir gerçektir. Meselâ Summa Perfectionis adıyla yayımlanan eserin büyük ölçüde Cabir'in Yetmişlik Kitabına dayanılarak yazıldığı ortaya çıkmıştır.2 Bu eser, Avrupa'da kimya ile ilgilenenler tarafından el kitabı olarak kullanılmıştır.

Cabir'in Batı'daki tesiri daha 14. yüzyılda başlamakla birlikte, asıl kıymeti Kitabu's-seb'ûn (Yetmiş Kitap) adlı eserinin Book of Seventy adıyla İngilizceye çevrilmesiyle anlaşılacaktır. Ayrıca, Kitab el-Usûl isimli eserin Liber radicum Rasis de alkimia adıyla Lâtince tercümesi günümüze ulaşmıştır.2

Geliştirdiği âletler, yöntemler ve kimyevî maddeler
Teorisiz pratiğin hiçbir yere varamayacağını belirten2, Doğu ve Batı ilmine önemli ölçüde tesir eden ve Roger Bacon tarafından ustaların ustası olarak da anılan Cabir bin Hayyan'ın ilk defa elde ettiği birçok kimyevî bileşik ve madde vardır. Bunlardan bazıları, saf kükürt tuzları, nişadır (NH4Cl), üstübeç [2PbCO3.Pb(OH)2], cehennem taşı (AgNO3), kezzap (nitrik asit, HNO3), zaç yağı (sülfürik asit, H2SO4), güherçile (hint) (KNO3), sirke asidi (CH3COOH), süblime (HgCl2) ve kurşun şekeri [Pb(CH3COO)2], sülügen (civa oksit), arsenik oksit, şap ve hidroklorik asittir (HCl).1,2,3 Cabir ayrıca nitrik asitle hidroklorik asidi birleştirerek o gün için altın ve platini çözen tek madde durumundaki yeşilimsi bileşiği (kral suyu) elde etmiştir. Paslanmayı önleyen madde geliştirmiş, Razi'ye etanolü bulması yolunda ipucu vermiştir.4 Batılı bazı bilim adamları optik ve mercekler kanununun keşfini de Cabir bin Hayyan'a dayandırır.

Organik maddelerin distilasyonuna büyük önem veren2 ve dünya üzerindeki ilk kimya lâboratuvarını kuran Cabir bin Hayyan, tabiattaki maddelerin saf olmadığını belirtmiş ve bunları saflaştırarak saf elementler elde etmeye çalışmıştır. Meselâ suyu tekrar tekrar damıtarak saflaştırmıştır. Cabir, kimyevî işlemlerde kullanmak üzere tasarlamış olduğu âletlerle kimyaya büyük katkılarda bulunmuştur. Bunlar arasında en dikkat çekenlerden biri, damıtmayı kolaylaştıran, daha verimli ve güvenli bir şekilde yapılmasını sağlayan imbiktir.

İmbik: Arapça El-inbik kelimesiyle ifade edilen bu araç, içine konulan maddelerin ısıtılarak damıtılmasını veya ayrıştırılmasını sağlar.

Still Damıtıcı: Bu damıtıcı, karışabilen veya karıştırılamaz sıvıların karışımının ısıtılarak buharlaştırılıp yoğunlaşmasını sağlayan bir sistemdir. Parfüm, ilâç vb. üretiminde kullanılır.

Cabir bin Hayyan oksidasyon (metallerin yüksek sıcaklıkta ısıtılarak oksitlerine ayrıştırılması), bunun tersi olan redüksiyon, buharlaştırma, süblimleştirme (saflaştırma-tasfiye), eritme, süzme, damıtma, kristalleştirme (billurlaştırma) gibi yöntemler geliştirmiştir. Çeşitli metal ve çelik üretim usûllerinin geliştirilmesi, deri ve bez boyalarının hazırlanması, kükürtlü bileşiklerden arsenik ve antimuan, bitkilerden yağ elde edilmesi, metallerin saflaştırılması, kumaşın boyanması, su geçirmez elbiselerin cilâlanması, manganez dioksitin cam yapımında kullanılması ve günümüzde hâlâ kullanılan camın renklendirilmesi gibi buluşları da gerçekleştirmiştir.1,3,4,5 Cabir bin Hayyan ve diğer İslâm âlimleri vasıtasıyla Avrupa dillerine geçmiş kimya ile ilgili bazı tâbirler de vardır. Alkol (el-Kuhl, Alcohol), üstün tasfiye âleti (el-İnbik, Alembic), alkali (al-kali, alkali), ismid (Antimony), aludel (kap-kacak), çinko asidi (tutti), mağara tuzu (Rec-ül-gar, realgar) bunlardan bazılarıdır.5 Bu tâbirler ve yöntemler günümüz kimyasında hâlen kullanılmaktadır. Bunlardan bazıları kireçleştirme (calcination), kristallendirme, filtreleme, sıvılaştırma ve arıtma olarak, modern kimyanın hâlen kullandığı ve vazgeçemediği tekniklerdir.

Atomun bölünebilirliği konusundaki fikri
Cabir, atomun parçalanabilirliği konusunda şunları söylemiştir: "Madde yoğun enerjidir. Bu yüzden Yunan fizikçilerinin maddenin bölüne bölüne parçalanamaz en küçük bir parçayla son bulduğuna ve maddenin bu sayısız parçalanamayan kısımlardan meydana geldiğine dâir iddiaları yanlıştır. Onların parçalanamaz en küçük parça, yani atom olarak tâbir ettikleri bu nesne parçalanabilir ve bu parçalanma neticesi büyük bir enerji hâsıl olur. Bu öyle bir enerjidir ki, bir habbeciğin (taneciğin) bir şekilde parçalanması, Allah saklasın, Bağdat gibi büyük bir şehri yok edebilir." Bu da gösteriyor ki Cabir bin Hayyan başta Niels Bohr, Albert Einstein ve John Dalton olmak üzere Batılı bilim adamlarından 1.000 yıl önce atomla ilgilenmiş ve bu konuda fikirler ileri sürmüştür.

Eğitim felsefesiyle de ilgilenen Cabir bin Hayyan, kişiye kabiliyetine uygun bir eğitim verilmesi gerektiğini belirtmiştir. Fuat Sezgin; Cabir bin Hayyan ve onu takip eden er-Râzi gibi İslâm âlimleri tarafından yüz yıllar boyunca geliştirilmiş kimya ilmine bu ölçüde katkıda bulunmuş hiçbir âlimin olmadığını belirtmektedir.2

Dipnotlar:
1. Modern Kimyanın Kurucusu Cabir b. Hayyan, Prof. Dr. Esin Kahya, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları No:183, Ankara, 1995.
2. Prof. Dr. Fuat Sezgin, "İslâm'da Bilim ve Teknik", Sayfa 97–108, Çev. Abdurrahman Aliy, TÜBA Yay., Ankara, 2007.
3. Bilim Tarihi, Colin A.Ronan, Tübitak Yayınları, Editör Prof. Dr. Ergün Türkcan.
4. Müsbet İlimde Müslüman Âlimler, Mahmut Karakaş, Kültür Bakanlığı Yayınları No:1289.
5. Müslüman İlim Öncüleri Ansiklopedisi Sayfa 64–71.

RUNİK YAZI…
Türk dilinin ve yazın tarihinin önemi bakımından fevkalade önem taşıyan ve bazı kavramlarda tarihin akışını yeniden şekillendirecek buluntulara örnekleme olan yazı çeşidi…

Anlam olarak runik kelimesi “sır-giz-esrar” manasına gelmekte olup, okuryazar insanların çok az olduğu dönemlerde eski iskandinav alfabesini ifade etmektedir.
iskandinav sahası üzerine yapılan araştırmaların Türkoloji çalışmalarından önce başlaması sebebiyle ilmî terminolojide bu şekilde yerini almış olsa da, 1800′lü yıllarda Göktürk işaretli yazılarla karşılaşan bilim adamları, benzerlikleri sebebiyle bu yazı sistemini de runik yazı olarak adlandırmıştır. iskandinav yazı sistemiyle olan benzerliği sebebiyle bazı ilim adamlarınca Göktürk yazısının kaynağı olarak iskandinav yazısı olduğu düşünülmüş, lakin yıllar süren çalışmalar neticesinde bu yazının asıl kaynağının ön türkler olduğu bilimsel verilerle saptanmıştır.

Bak sen şimdi, şu dünyanın ismine!
İsimlerden bize ne demeyin? Her isim, sakladıklarıyla yeniden anlamaya, tanışmaya ve muhasebeye davetiyedir. Sadece bizim için değil bütün dünya için geçerli bu gerçek. Buyrun ‘dünya’ kelimesine
Akdeniz’de yeni bir sabah. ‘Kaptan öğle oldu, uyan da balığa çıkalım’ diyeceksiniz. Dün, Akdeniz’i çevreleyen isimler etrafında çıktığımız  mavi turda, sabır fırtınasına yakalanınca Yunanistan açıklarında demirlemek zorunda kalmıştık. Yolumuz uzun, yelkenler fora..! 
Korsan filmlerini seyredenleriniz bilir, eski zaman yelkenlerinde yelken yukarıda sarılı ve asılı. Bu sebeple kaptan uygun rüzgarı bulup komutu verdiğinde aşağı doğru fora edilir. Bir de ‘’forsa’’ var. Kürek mahkumları… Akdeniz’de Frenk dilinin hükümferma olduğu zamanlarda kürek mahkumlarına ‘haydi’ anlamında ‘forza, forza, forza!’’ diye bağırırlarmış. Kürek mahkumları da kendi adlarını ‘forza’ sandığı için, zamanla kürek mahkumlarına ‘forsa’ denir olmuş. 
Yunanistan’a geleyim. Biz ülke adlandırmasında çoğu zaman Farsça’da ‘-ülkesi’ anlamı veren ‘’–stan’’ ekini kullandığımız için Yunanistan, Pakistan, Bulgaristan, Kazakistan, Ermenistan, Arabistan, Sırbistan vs diyoruz. Gerçi Ermeniler, kendilerine Hay dedikleri için ülkelerini de Hayastan veya kısaca Hayk diye adlandırıyorlar.
Ama asıl diyeceğim o ki, bu ‘-stan’ ekinin marifeti bununla sınırlı değil. İndo-Aryan dillerinde ‘stana’ ‘yer’ demek. Latince, ‘state (devlet)’ ve ‘status (statü)’ kelimeleri ile aynı kökten. Dahası Arapça ‘üstad’ kelimesinin de benzer kökten besleniyor olabilir.  Fransa’nın devlet için kullandığı ‘etat’ kelimesi de Alamanların ‘stadt’ kelimesi de, futbolun ‘stadyumu’ da aynı kökten diyecem de ‘’Yok artık! Oldu olacak Cem Yılmaz’ın ‘stand up’ı da…’’ diye tepki verebilenler olabilir. ‘Evet’ o da… Dahası, Rusça’da ‘yerleşke’ anlamına gelen ‘stan’ kelimesi de, Boşnakça ve Sırpça’da ‘apartman’ yerine kullanılan ‘stan’ da… 
En büyük Yunan tragedyası
İlk Yunan ‘tragedya’sı MÖ 534 senesinde sahnelendi. Tarihteki en büyük Yunan tragedyası ise tarihteki en büyük Yunan’ın aslen Yunan olmamasıdır.
Sadece 33 sene yaşayan Makedonyalı İskender, Adriyatik’ten Himalayalara kadar uzanan bir imparatorluğun kralı olmuş. ‘İskender’ kelime olarak eski Yunancada ‘müdafaa eden adam’ anlamına gelirmiş.
Dünyanın dört bir tarafında askeri akademilerde ve vadilerde hala, MÖ 323 senesinde Babil’de ölen İskender Büyük’ün taktikleri öğretilir. En büyüğü Mısır’da olmak üzere birçok şehir onun adını taşıyor. Bizde de İskenderun var. Batı dilleri bu şehirlere Alexandria diyor. Tesadüfe bakın ki, dünyanın bugün en büyük askeri gücü olan ABD’nin bu askeri gücünün yönetildiği Pentagon’un bulunduğu şehrin adı da Alexandria.
İskender’e Doğu Avrupa dillerinde Sasha (Saşa) diyorlar. Özellikle 19’ncu yüzyıl sonu 20’nci yüzyıl başında Osmanlı’daki ve Filistin’deki Yahudi erkekler arasında ‘’Sasha (İskender)’’ adı pek popüler olmuş. 1950’li ve 60’lı yıllarda popülaritesi azalan isim, 1970’lerde ve özellikle 1990’larda Rusya’dan İsrail’e Yahudi göçü patlayınca yeniden popüler Yahudi isimlerinden birine dönüşmüş. Bu ismi dünya genelinde son zamanlarda meşhur edense ‘Borat’ tiplemesiyle ‘Sasha Baron Cohen’ oldu. Bu arada o da soyadının hep yanlış yazılmasından yakınıyor. Soyadı ‘Cohen’ değil, iki kelime olarak yazılsa da soyadı Baron Cohen…
Antik Atina ve Sparta kent devletleri vatandaşları gibi hissettim şimdi kendimi, çok konuşuyorum. ‘Demokrasi’ adı altında ‘lafı uzatma’nın mucidi olan bu ahali, antik Yunanca konuşmayan yabancıların konuşmalarını anlamadığı için dalga geçermiş. ‘’Bar bar bar bar’’ konuşuyorlar derlermiş. Barbar ismi zamanla Yunan site devletlerinden olmayan bütün yabancılara teşmil olmuş. Ali kıran baş kesen ‘barbar’ kelimesinin bu kadar saçma bir etimolojisi var.
Balkan’ın adı Osmanlı yadı
Balkanlarda Yunan’dan sonra diğer komşumuz ise Bulgarlar. Bu Bulgarların isimleriyle bir derdi var ki Allah düşmanıma vermesin. Efendim bütün Anglo Sakson dünyada, - çok afedersiniz- ‘bugger’ diye bir küfür vardır. Biz de görgüsüz futbol seyircisinin hakemlere en çok ettiği küfrün İngilizcesi. Bu kelime Fransızca ‘Bulgar işi’ demek olan ‘Bougre / Boulgrerie’den İngilizce’ye giriyor.  Ortaçağ’da bütün Avrupa’da Bulgarlar arasında homoseksüelliğin yaygın olduğu şeklinde bir dedikodu yayılıyor. Dünyada bu kadar dedikoducu bu kadar müfteri bir kıta yok. Allah dillerine düşürmesin.
Bu yarımadaya adını veren ‘Balkan’ kelimesi Osmanlı’nın coğrafi literatüre soktuğu bir başka adlandırma. Bulgaristan’ın ortalarından Sırbistan’ın doğusuna kadar uzanan dağlara Balkan Dağları demişiz. Balkan, Türkçe’de ‘ormanla kaplı dağ zincirine’ denirmiş. Mesela Türkmenistan’da da bu adla dağ ve bölge var. ‘’Balkan Yarımadası’’ tabirini ise ilk kez 1808 senesinde Alman coğrafyacı August Zeune kullanmış.
Hungary mi Macaristan mı?
Balkan yarımadasındaki en kalabalık ırk Slav ırkı. Detaylarını, Sibirya’ya düzenleyeceğimiz ‘beyaz yürüyüşe’ bırakacağım için Rus kısmını geçeyim. Rusya adını İskandinav kavmi Ruslardan alıyor. Slav efsanesinde, Slav ırkını başlatan 3 kardeş var: Leh, Çek ve Rus. Kardeşlerden Leh, Polonya’yı (Lehistan) kurmuş; Çek, Bohemia’yı(Çek-o-slovakya ve güneyi) ve Rus da Ruthenia’yı (Ukrayna – Rusya)…
Balkanların kuzeyindeki akrabamız Macarlar ise efsaneye göre iki kardeşin soyundan geliyor: Hun ve Magyar (Macar). Bütün Batı alemi bu ülkeyi anarken kardeşlerden Hun’un tarafını tutarak Hungary diyor. Macarlar kendilerine ‘’Magyarország’’ diyor. Biz de her zaman yenilen takımın yanında olduğumuz için Macarların kendisi gibi kardeşlerden Macar’ı tutarak Macaristan diyoruz.
Balkanlarda Slav etkisini özellikle şehir isimlerinde görmek mümkün. Örneğin bu coğrafyada adı ‘bel’ ile başlayan birçok coğrafi isimle karşılaşırız. ‘bel / byel’ Slavca’da ‘beyaz’ demek. ‘grad’ da şehir demek. Belgrad, kafadan ‘beyaz şehir’ oluyor.
Çoğunuzun malumudur ama yeri gelmişken ben de kayda geçireyim, aslında dünyanın belli coğrafyalarında ‘şehir’ , ‘kale’ anlamına gelen bazı eklerle çok sayıda yerleşim birimi var. En meşhur ekler, Slav dilindeki ‘grad’ (Leningrad, Belgrat), Farsça’daki ‘abad’ (Haydarabad, İslamabad), Yunanca’daki ‘polis’ (Konstantinopolis), Anglo Saksonların ‘bury’ , ‘boro’ ve ‘city’si, Fransızca’nın ‘ville’ eki, Alman ve İskandinavın ‘burg’la (Hamburg, Goteburg) biten isimleri, bizim ‘şehrimiz, hisarımız, kalemiz’ (Akşehir, Beyşehir, Nevşehir, Akhisar, Hasankale), Macarın ‘var’ı (Zigetvar), Hollandalının ‘dam’ı (Rotterdam, Amsterdam), Arapçanın ‘beyt’i, İbranilerin ‘beth’i, Hint ve Sanksritçe’nin ‘pur’u (Singapur) vs…
Eklemesem içimde dert olacak, Sovyet döneminde Ruslar işin yokunu çıkarmışlar ve yok artık dedirten isimler vermişler şehirlere. Mesela Tacikistan’ın Pazartesi anlamına gelen başkenti Duşanbe’nin adı 1929 – 1961 yılları arasında Stalinabad’tı. Bu Sovyetlerin ‘genel sekreter’in adını dağa taşa şehire verme hastalığının aynısı Romalılarda da varmış. Romalılar işgal ettikleri yerlerde hemen bir yere mutlaka ilk imparator Julius Caesar Augustus’un adını verirlermiş. Misal, İspanyol şehrine verdikleri ‘’Caesaraugusta’’ adı zamanla Zaragoza’ya evrilmiş. Fransa, Britanya ve Amerika’da karşınıza çıkacak bütün ‘Jersey’lerin kaynağı da Sezar.
Kanguru hangisindeydi? Avusturya mı Avustralya mı?
Heredot, bilinmeyen kişilerin dünyayı 3 kıtaya ayırdığını söylüyor: Asya, Avrupa ve Libya. Kaddafi boşuna kendini Afrika kralı sanmıyor… Libya’ya daha sonra uğrayalım. Viyana kapılarına dayandıkça coğrafi isimlendirme karmaşasında Uzak Doğu’dakinden daha yürek parçalayıcı bir karmaşa ile karşılaşırız.
Avusturya’nın ismi en büyük tartışma kaynaklarından biri. Ama zannedileceği gibi, asıl karmaşa Avustralya ile karıştırılmasından gelmiyor. Avusturya’nın Almanca adı ‘’Österreich’’ yani ‘doğu diyarı’.  ‘Austria’ bu Almanca isimlendirmenin Latinleşmiş hali. Bu Almanca isimlendirmenin Roma döneminde bölgeye verilen ‘Marchia Orientalis’ adının mahalli bavyera lehçesinde aldığı hal olduğu tahmin ediliyor. Roma döneminde ‘uçbeyliklerine’ Marchia (Marşia-Marş) derlermiş. Bir Ortaçağ asalet rütbesi olan Markiz de Marş beyi demek. Bu arada bir zamanlar Roma imparatorluğunun serhat noktasında yer alan Maraş’ın adının da bununla ilgisi olabileceğinden şüpheleniyorum. Ancak mıntıkama döndüğüm de bir sorun var ki, Avusturya, Almanya’nın güneyinde. Latince ‘auster’  ise güney demek. Dünyanın öbür köşesindeki Avustralya, Latince ‘güney’ demek olan ‘australis’ten geliyor.
Avusturya ‘güney’ mi ‘doğu’ mu diye gayet ciddi bir tartışma devam edip gidiyor…
Almanya’ya ise Anglo Saksonlar ‘Germany’ diyor ki, aslında bu isim Anglo Saksonca bile değil. ‘Cermen’, Keltçe, ‘komşu’ demek. Ki bu isim, Latince ‘germanus’a (kardeşlik) sonrasında İspanyolca ‘hermano’ya akraba oluyor. Biz, ‘Alman’ diyoruz bu millete ama bu da yüzde 98 yanlış. Allamaniler, Cermen kavimlerinden sadece biri ve bu kökten olanlar dünyada bugün Alman dediğimiz nüfusun yüzde 2’sinden azını oluşturuyor. Dahası, Allamani kavminden geriye kalanların çoğu Almanya’da bile değil İsviçre’de, Avusturya’da yaşıyor. Fransızlar kendilerine komşu bu kavmin adını bütün Cermen kavimlerine teşmil etmişler. Biz de onların yalancısıyız. Bizim Alman, İngilizlerin ‘german’ dediği halk kendilerine, "halkımız" anlamına gelen "Deutsch (doyç)" , ülkelerine ise 'doyç ülkesi' anlamında "Deutchland" diyor.
Burası Anglo Saksonların bile kafasının karıştığı yer. Hollanda halkına "Dutch" deniyor. Biz de bu ülkeye ‘Hollanda’ diyoruz ki bu da yüzde 80 yanlış. Çünkü kuzey ve güney Hollanda, bu ülkeyi oluşturan 12 eyaletten sadece ikisi. Bunlar mühim bir kısmı su seviyesinden aşağıda olduğu için ülkelerine ‘’Alçak memleket’’ anlamında ‘’Nederland’’ diyor. Hollandalılar da zaten bunu düzeltmeyi bıraktılar, onlar da şehirlerarası otobüslerde yanınıza oturduklarında, ‘’Talebe misin? Hollanda’nın içinden misin kazasından mı?’’ diye sorunca sakince cevap veriyorlar, asabiyet yapmıyorlar…
Hollandalıların ‘portakal’ ile de doğrudan bir alakası yok. Turuncu renk, Hollanda Kraliyet ailesinin resmi rengi olduğu için, Hollanda milli takımına spor basınımız, ‘Portakallar’ diyor.
Erken öten Fransız horozu
Bugün Fransa dediğimiz ülkenin ise adı bir zamanlar Kelt(celtic) kavmi ‘Galya (Gaul / Gallia)’ ile anılıyordu. Bu Kelt kavminin adı, bizim Galata’lılardan Britanya’nın Galler halkına kadar bütün Kelt kavimleriyle aynı ismi taşıması tesadüf değil, hepsi akraba. Bugünkü İç Anadolu bölgesinde vaktiyle 3 Kelt devletinden oluşan dev bir konfederasyon vardı. Zamanla asimile olmuşlar. Sarışın bir Kırşehirli görürseniz Keltlerden hatıra olabilir!
Tokatlı değerli işadamı mümtaz yönetici, nizami karakter Burhan Altıntop’un yıllarca teninin renginin İskandinav açıklığı ile ilgili izahına gülerken iki kere düşünün derim. Bu arada, Tokat’ın adının nerden geldiği ile ilgili farklı teoriler var. Kimi, Yunanca kız adı olan Evdoika’nın –ki prensesmiş- kimileri de ‘Pontika’ adının zamanla halk arasında değişmiş hali olduğunu söylüyor. Eğri oturayım itiraf edeyim bana en az inandırıcı gelen teori, bir Selçuklu askerinin onlarca Bizans askerini tokatlayarak zaferi kazandırmasına binaen bu ismin verildiği teorisi. Ben ki Battal Gazi filmlerini bugün bile açık ağızla keyifle seyreden bir insanım. O değil de bu Kelt – Galata-saray mevzusu mühim. İleride inşallah etraflıca döneceğim kısmet olursa, Fransa önlerinde Romalıları bekletmeyelim şimdi…
Romalılar, bugün ‘Fransa’ dediğimiz bölgeyi ele geçirdiklerinde karşılarına çıkan bu Keltik ‘gallia’ adını Latince ‘horoz’ demek olan ‘’gallus’’a benzettikleri için bu yöre ahalisine hep ‘horoz’ şakası yapmışlar. Milli gladyatör maçlarında Roma imparatorluk medyası hep ‘erken öten horoz’ manşeti atmış. Espri anlayışında yüzyıllardır değişmeyen o Avrupa rüküşlüğü yani… Bilmiyorum her dünya kupasında Fransa milli takımına ‘horozlar’ diyen spor medyamız bilerek mi kullanıyor bu ifadeyi…
MS 500 civarlarında Cermen kavimlerinden Frenkler birgün ‘’nehrin öte yakasında ne var acaba’’ diye ‘meraknan’ Ren Nehrini geçip bölgeye yerleşti. Cermen Frenkler, Keltik Galyalılar ile izdivaçlarıyla oluşturmaya başladıkları yeni milletin de isim babası olmayı başarır. Bu kavim o günden beri dünyaya ve varoluşa Fransız…
Po Ovası dana yuvası!
Cermen kavmi Frenklerin doğuya batıya göç ettiği günlerde Anglolar Saksonlar ve Jutlar gibi diğer bazı Cermen kavimleri de kıtanın kuzey batısındaki Kelt adası Britanya’yı işgal eder. Hikayesini İngilizcenin doğuşunu anlatırken paylaşmıştım. Britanya bir devlet adı değil, Avrupa'nın kuzeydoğusundaki adanın adıdır. Bu adadaki en büyük devlete Batı kaynakları United Kingdom (Birleşik Krallık) diyor. Biz çok yanlış şekilde İngiltere diyoruz. United Kingdom, 4 ülkeden oluşuyor. Başkenti Belfast olan Kuzey İrlanda, İngiltere(England), İskoçya ve Galler. Bu dört ülke de bizim yine yanlış olarak İngiltere Krallığı dediğimiz Birleşik Krallığa bağlı. England (İngiltere), vaktiyle adayı işgal eden Cermen (Germen) kavimlerin en büyüğü olan Anglo'lardan alıyor adını. "Anglo-land" Anglo ülkesi demek. İtalyanlar bu ülkeye "İnglaterra" demiş. "Terra" İtalyancada ülke anlamına geliyor. Biz de, bu ülkeyi ilk Ceneviz ve Venediklilerden öğrendiğimiz için bu şekilde adlandırıyoruz. İngiliz, Anglos'un Akdenize uyarlanmış söylenişi. Biz bugün bile İngiltere’nin başkentine herkesten farklı olarak tıpkı İtalyanlar gibi ‘Londra’ diyoruz. Fransıza güvenip ‘Almanya’ derken de yanıldık, İtalyan’a güvenip İngiltere derken de… Kendi kendime sinirlendim şimdi bak…
Fransızların tarihi ‘horozluğu’ gibi İtalyanların da tarihi ‘dana’ hikayesi vardır. İtalya ismi çok büyük ihtimalle Latince ‘dana/buzağı’ demek olan Vitulus’tan geliyormuş. Latince’ye de bölgedeki antik Oscan dilinde aynı anlama gelen ‘viteliu’dan geçtiği tahmin ediliyor. Bizim spor basınımızın sevdiği isimle Çizme’nin özellikle güney kısmındaki bazı kavimler de sembol olarak o dönemin değerli metaı olan danayı buzağıyı kullanırmış. Danası bol memleket İtalya vesselam…
Boğa taklidi yapan tavşan
‘’Ne yani, şimdi İtalya – İspanya maçında spor medyamız, ‘Boğalar danalara karşı’ manşeti mi atsın?’’ diye sorarsanız, ‘’hayır, danalar tavşana karşı’’ diye düzeltirim. Kaderin bir garip cilvesi, Akdeniz’in en batı ucundaki İspanya’nın adı da bir hayvanla ilintili ama bir başka yaygın yanlış kanaatin aksine bu hayvan boğa değil, tavşan. İspanya adının kaynağı ile ilgili iki meşhur teori var. İberya yarım adasını işgal eden Romalılar, kıtanın bu en batı ucuna, antik Yunan’ın ütopik Batı ülkesi ‘Hesperia’dan mülhem ‘Hispania’ demiş güya. Ancak daha rağbet gören teoriye göre İspanya’nın adı bir zamanlar buraların efendisi olan Fenikelerden hatıra. Zira, Fenikeliler etrafta bolca tavşan olmasından hareketle kendi dillerinde ‘tavşan ülkesi’ anlamına gelen ‘Ispanihad’ demişler bu ülkeye.
Akdeniz’in kuzeybatısındaki bu yarımada yaklaşık 800 yıl Endülüs Müslüman devletine evsahipliği yaptı. Son Endülüs hanlığı Gırnata (grenada) da 1492’de düştü. Ancak, epey miktar Müslüman bölgede yaşamaya devam ederek İspanyol kimliğinin oluşmasında ciddi rol oynadı. Endülüs’ten sonra İspanya’da kalan Müslümanlara ‘muhacir’in İspanyolcalaşmış şekliyle ‘’Mudéjar’’ deniyor. Mudéjar, sanatta mimaride edebiyatta bir tarzın da adına dönüşmüş durumda...
Gökten düşen 3 portakal
Müslümanlar Avrupalıları nar ve narenciye ile tanıştırdı. Narenciye kelimesi Arapça portakal demek olan ‘naranc’dan geliyor. Asıl kökeni Sanksritçe olan bir isimlendirme. İspanyolca’da bugün bile portakala ‘naranja’ deniyor. Bizde bir de bir Peygamber hadisinde ‘ağaç kavunu’ için kullanılan ‘ütruc’ ifadesi ‘turunç’ şeklinde Türkçeleştirilmiş, sonrasında ‘narenciye’nin genel adı olmuş. Arapça ‘naranc’, İspanyolca ve Portekizce ‘naranja’ ve Fransızca’da ‘oranj’a dönüşünce, onlardan da Anglo Sakson diline ‘orange’ olarak geçmiş.
Şimdi burası kafamıza narenciyenin düştüğü yer. Peki biz bu meyveye ne diye ‘portakal’ diyoruz? Avrupa’nın en güney batı ucundaki ülke sebebiyle. Biz Portekiz diyoruz ama çoğu Batı dili ‘Portugal’ diyor bu ülkeye. Roma İmparatorluğu zamanında, bugün ülkenin başkentini oluşturan Porto’nun yönettiği bölge yönetiminin adı ‘Portus Cale (Portus Kali)’ idi. Sonradan Portugale’ye ve nihayet Portugal’a dönüşür. 15’nci yüzyıldan itibaren Portekiz, coğrafi keşiflerde ve kolonizasyonda en öncü ülkelerden biri oldu. Endülüs’ten öğrenip alıp yetiştirdikleri ‘naranj’ı istanbul’a sattılar. Biz de buna epey bir süre Portugal Narenciyesi dedik. Zamanla ‘narenciye’ düştü ve geriye ‘portakal’ kaldı. Şimdi ağır çekimde bird aha izleyelim; Portekizliler bu meyveye Endülüs Müslümanları, Araplar ve nerdeyse bütün dünya gibi hala ‘naranj’ diyor ama gel gör ki biz Portekiz’e atıfla ‘portakal’ diyoruz. Siz de hala bu geziye niye çıktık diyorsunuz? Böye karışıklık olur mu?   
Aynı çap ve ebatta olmasa da olmuş aslında. Bir başka narenciye meyvesine de biz ‘mandalina’ diyoruz. Çin’den geldiği için Mandarin Narenciyesi denen bu meyvenin ismindeki narenciye de zamanla düşer geriye ‘mandarin’ kalır. Biz mandalina, İspanyollar ise ‘mandarina’ diyor. Etti iki…
Peki Anglo Saksonlar neden mandalinaya ‘tangerine’ diyor. Bu kelimeyi İspanyollardan öğrendiler. Onlarsa mandalinanın Afrika üzerinden Avrupa’ya geldiği Fas şehri ‘Tanca (Tangier / Tanger)’ya atfen ‘’tanca narenciyesi (Tanger naranc)’’ diyerek satmışlar Avrupa’ya. Çok geçmeden bu isimdeki ‘naranciye’ de düşmüş geriye ‘tancerin’ kalmış. Etti üç..!
Meyveye adını veren Tanca, Afrika’nın en kuzey batı ucu ve aynı zamanda Cebelitarık boğazının güney kapısı. İnception filminde Leonardo’nun rüyasında okyanustan çıkarak geldiği şehir. İbn-i Batuta’nın doğduğu yer.
Hakeza Endülüs’ün sembol şehirlerinden Granada da adını Müslümanların şehrin her yerine ektiği ve hatta bayraklarına yerleştirdiği ‘nar’dan alıyor. Batı dillerinde nara ‘pomegranate’ deniyor. İspanyollar Amerika’ya geldiklerinde kıtaya Müslüman mimarisi, tarımı ve elbette nar ağaçlarını da getirdiler.
Batı dilleri Endülüs Müslüman ahalisini ‘Moor’ ve Endülüs devletini ise ‘’Moorish Empire’’ adıyla kaydediyor. Moor'un kökeni hakkında rivayet muhtelif ama Mağrib’teki epey isimde karşımıza çıkıyor. Pek muhtemelen bölgenin asıl sakini Berberi kavimlerinin atası Maurilerin birinci asırda kurduğu Moritanya krallığından kalmış olmalı.
Güneş Mağrib’den yükselirse…
Biz Kuzey Afrika coğrafyasına eskiden Mağrib derdik. ‘Gurub’tan yani ‘güneşin batmasından’ yani ‘garb’tan ‘Batı’dan mülhem. Fas’ın kendi dilinde resmi adı da ‘’El Memleke El Mağribiyye’’ zaten. Ancak biz şimdilerde ülkenin eski başkenti Fas’a (Fez) atfen Fas diyoruz. Batılılar ise bu ülkeye ‘Morocco’ diyor.  Bundan kısa zaman öncesine kadar İranlılar, Urdular ve hatta Avrupalılar ise Fas Krallığına Marakeş krallığı diyordu. Ülkenin en önemli şehri Marakeş. Morocco ve Marakeş’in isimleri de muhtemelen aynı kökten geliyor.
Bizim genel olarak Mağrib ülkeleri dediğimiz coğrafya ise kendi içinde uzaklığına göre isimlendirilmiş Arapça ifadelerle… Buna göre Fas, Mağrib el Aksa (Uzak Batı), Cezayir, Mağrib el Evsat (Orta Batı) ve Tunus da Mağrib el Edna (Yakın Batı) şeklinde konumlanmış dünyamızda. Bugün Mağrib coğrafyasında Fas, Cezayir, Moritanya, Tunus ve Libya adlı beş devlet var.
Tunus körfezinde Milattan Önceki çağlarda yaklaşık 3 bin yıl yaşayan Kartaca uygarlığı vardı. Sosyolojinin ve iktisat ilminin babası diyeceğim İbn’i Haldun da Tunuslu. Libya ise adını Berberi kavmi Libu’lardan alıyor. Osmanlı zamanında biz Libya’ya, ülkenin en büyük şehrine atfen Trablusgarp diyorduk. Bu isimdeki ‘garb’, Akdeniz’in doğusunda Lübnan’da ‘Trablus’ adlı bir başka şehir olması sebebiyle. Batılılar, Trablus’a ‘Tripoli’ diyor. ‘Tripoli’ eski Yunanca, ‘Tripolis (Üçşehir)’den geliyor.
Baharat hangi ülkeden gelir?
Kuzey Afrika’nın bugün en büyük şehri ise Kahire. Mısır’ın başkentinin ‘galip olan, faik olan’ anlamına gelen adını, Fatımiler bu şekilde meşhur etmişler. Kahire’nin başkenti olduğu ülkeye ise Ortadoğu ahalisi ‘Mısır’ derken, Batı alemi ‘kıpti’ kelimesine de kökenlik eden antik Yunanca ismine dayanarak ‘Egypt’ diyor. ‘Hindiye neden Turkey diyorlar’ yazısında paylaşmıştım, ülke adını mısır bitkisinden değil, mısır bitkisi Türkçe adını bu ülkeden alıyor. Sebebi yine Portekizliler… Amerika kıtasında mısırı getiren Portekizliler Kuzey Afrikalılara satar. Onlar da mısır üzerinden Anadolu’ya ulaştırınca tahılın adı ‘mısır tahılı’ olur. Bizden de Avrupa’ya gider. İtalyanlar da uzun yıllar ‘Türk tahılı’ der buna.
Mısır’ın hikayesi biraz ‘baharat’ gibi… Hindistan’a Hintliler, Hindistan demiyor. Kendi dillerinde ülkelerinin resmi adı Bharat. Hindu kutsal metinlerine dayanan Sankskritçe bir isim. Bir zamanların en kıymetli ticaret mallarından olan baharat da çoğunlukla bu ülkeden geldiği için, bu lezzet kaynaklarına ‘baharat’ demişiz.
İsimlerden bize ne demeyin? Herbir isim, arkasında sakladıklarıyla yeniden anlamaya yeniden tanışmaya ve elbette muhasebeye davetiyedir. Sadece bizim için değil bütün dünya için geçerli bu gerçek. Buyrun ‘dünya’ kelimesine...  
 ‘Dünya’ kelimesi, zannedildiğinin aksine coğrafi değil dini bir kavram. Bu taraftaki, yakınımızdaki ‘hayatımızı’ anlatır. Ötedeki, ahirdeki (ahiret) hayatımızdan tefrikle… Ama aynı zamanda en alttaki, en aşağıdaki, değersiz anlamındaki ‘edna’ da, alçaklık anlamına gelen ‘denaet’ de aynı kökten gelir.
Bak şimdi, şu dünyanın ismine!..
Cemal Demir - Haber 7 cemaldemir111@gmail.com

Akdeniz'e kısrak başı gibi uzanan memleket
Cemal DEMİR
Bu bahar müjdecisi sabahta daha mühim bir işiniz yoksa sizi Akdeniz’i çevreleyen yerler ve isimleri arasında bir mavi tura davet ediyorum.
Dörtnala gelip Uzak Asya'dan
 Akdeniz’e bir kısrak başı gibi 
 uzanan bu memleket bizim.
Akdeniz kadar görmüş geçirmiş deniz var mıdır acep..? Akdeniz’in mavi dalgaları, insan soyunun birçok uygarlığının kuruluşuna, firavunların yükselişine ve nice aşkın doğuşuna da tanık oldu, birçok uygarlığın, nice firavunun, sayısız aşkın yerle yeksan oluşuna da... Dünya bir kez daha Akdeniz etrafındaki gelişmelerle dalgalanıyor. Firavunlar tiranlar soğuklar Şubatla beraber devrilirken, bir kez daha Mart güneşiyle umutlar yeşeriyor...
Bu bahar müjdecisi sabahta daha mühim bir işiniz yoksa sizi Akdeniz’i çevreleyen yerler ve isimleri arasında bir mavi tura davet ediyorum.
Seçici değiliz, kısmetimize ne çıkarsa... Vira Bismillah! 
Anglo Saksonlar ve nerdeyse birçok Batı dili Akdeniz’e ‘Mediterranean’ diyor. Bu isimlendirmenin kökeni Latince, ‘dünyanın ortası’ anlamındaki ‘’mediterraneus’’ kelimesi...  Akdeniz bir zamanlar gerçekten de insan dünyasının ortasıydı. O zamanlar bütün büyük uygarlıklar Akdeniz’in etrafındaydı... 
Aslında Atlas Okyanusu’nun karalar içine bir girintisi olan Akdeniz’e, Selçuklu döneminde, ‘Rum Denizi’ manasına Bahr-i Rum denirmiş... Eski Türkler ‘Rum’ kelimesini ‘Romalı’ anlamında kullanırlardı. MS 3’ncü yüzyıldan beri Roma vatandaşı olan Yunanlılar da haliyle bu şekilde adlandırıldı. Yani, bugün yaygın yanlış anlamada olduğu gibi ‘Rum’ sadece ‘Yunan’ demek değil. 
Akdeniz, Osmanlı döneminde ise uzun süre Farsça ‘Bahr-i Sepid’den alınmış Bahr-i Sefid (Beyaz Deniz) şeklinde anıldı. Yine ‘beyaz deniz’ anlamında Kürtçe’de ‘Behra Spi’, Arapça’da ‘Bahr el Ebyaz’ deniyor... Müslüman kültürlerin bu turkuaz denize neden ‘beyaz’ dediği ile ilgili kesin bir bilgi yok. En dikkat çekici teori, Çinlilerin ve Türklerin ana renkleri coğrafyada yön olarak da kullanmaları geleneği... Buna göre ‘’beyaz Batı’yı, siyah ‘Kuzey’i, mavi ve yeşil Doğu’yu gösterirken, al ve kızıl da Güney’i gösterirmiş. Bu teori, kuzeydeki Karadeniz’in adını da güneydeki Kızıl Deniz’in adını da doğudaki Mavi Deniz’in (Van Denizi tabii ki:) adını da açıklıyor.
İzmir, Ege’nin değil Akdeniz’in incisidir!
İzmirliler bu aralar pek alınganlar, şu diyeceğime de hassasiyet yapabilirler ama Ege Denizi isimlendirmesi 20’nci yüzyıla ait bir uydurmadır. Tarihi bir isimlendirme değil. ‘’Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir’’ emrine, ‘’Paşa İzmir’i Akdeniz’de sanıyormuş’’ diye hala gülen gençler görüyorum, üzülüyorum. Eğitim şart. Akdeniz’deki eyaletine Osmanlı ‘’Cezair-i Bahri Sefit Vilayeti’’ dermiş. El Cezire televizyonu meşhur etti kelimeyi gerçi, ‘’el cezir’’ Arapça ‘ada’ demek. Bugün Akdeniz’in ve Arap dünyasının en büyük, Afrika kıtasının ise ikinci en büyük devleti olan Cezayir de adını, bir zamanlar ada olan 1525’ten itibaren ise ana kıta ile birleşerek Cezayir şehrini oluşturan 4 adadan alıyor.
Yani diyeceğim Ege Adaları aslında Akdeniz Adalarıydı. İlla ki diyeceksek Adalar Denizi demeliyiz. 
Tabii ki ufkumuz da coğrafyamızla beraber daraldı. Şimdilerde ‘’Adalar’’ deyince aklımıza birtek Marmara’daki İstanbul ilçe belediyesi geliyor artık… Marmara adını, Yunanca ‘marmaros’tan (mermer) almış. Adalarının zengin mermer yataklarından dolayı bu isim verilmiş derler.
Antik Yunan’da ise Marmara’ya ‘Propontis’ derlermiş. ‘Pro’ önce demek ve ‘pont’ da ‘deniz demek. Yani, ‘denizden önceki’ anlamında. Bu isimlendirmedeki ‘Pont’ ya da ‘pontis’  ile kastedilen ise bizim Karadeniz. Propontis de ‘’Karadeniz’den önceki deniz’’ oluyor haliyle. Denizler liginin hep hor görülen gariban çocuğu Marmara’yı o günlerde de ciddiye alan olmazmış. Bu arada ‘pontus’un da aslında ‘deniz’ demek olduğunu kayda geçmiş olduk farkettiyseniz.
Akdeniz’in aksine neredeyse bütün dünya dilleri, Karadeniz’i, Osmanlı’nın adlandırdığı gibi ‘Kara Deniz’in doğrudan tercümesi isimlerle anar;  ‘’Black Sea, Ner Noire, Bahrul Esved, More Nero…’’  
İçinden ‘Oxford’ geçen şehir 
Marmara, iki boğazla Akdeniz’e ve Karadeniz’e bağlanır. İstanbul Boğazı yakın zamana kadar ‘Karadeniz Boğazı’ olarak adlandırılırmış. Ben 30 – 40 yıldan eski Amerikan kaynakların da boğazın Türkçe adını hep bu şekilde ‘Karadeniz Bogazi’ olarak kaydettiğine rastladım… Batılılar, Karadeniz Boğazına yani İstanbul Boğazına kendi dillerinde ise ‘Bosphorus’ diyor.
‘Bous’ antik Yunanca’da ‘öküz’ ve ‘poros’ da ‘su geçişi’ demek. Antik Yunanlılar, nehirlerin çayların derelerin karşıya geçiş imkanı veren sığ yerlerine ‘poros’ derlermiş. Bu Antik Yunan öküzlerinin Boğaz’ın neresinden nasıl geçebildikleri muammasını irdelemeyip hemen işin çok daha isotlu kısmına geçeyim. Anglo Sakson dilinde derelerde nehirlerde karşıya geçiş imkanı veren sığ yerlere ‘ford’ denir. Öküzün İngilizce bilenine de ‘ox’ denir. Anglo Sakson ahalisi öküz inek davar sürülerinin nehirlerden derelerden karşıya geçebildiği sığ yerlere Oxford diyor. Demem o ki Bosphorus aslında bildiğiniz ‘Oxford’un Yunancaya birebir tercümesi. Ya da tam tersi… Tarihteki en neticesiz kavga ‘önce kim başlattı’ kavgasıdır. Binaenaleyh, Antik Yunan – Anglo Sakson kavgasından bize ne..! İbrahim abiye, 35 senedir içinden Oxford geçen bir şehirde yaşadığından haberi olup olmadığını sorup hızlıca seyahate başladığımız Akdeniz’e geri dönüyorum bu sebeple...
Barbaros’un leventlerinden holdinglerin Levent’ine
Akdeniz’in doğu yakasına vaktiyle ‘Levant’ derlermiş. Ortaçağ Fransızca’sında ‘doğu’ kelimesinin karşılığı olarak ‘l’orient’ yerine ‘levant’ kullanılırmış. Fransızca ‘lever (yükselmek/kalkmak)’ kelimesinden geliyor. Güneşin doğup yükseldiği coğrafyayı anlatıyor. Ancak tarih biliminde ‘Levant’ somut bir coğrafi yerin adı olmaktan çok bir Doğu Akdeniz kültürünün ve yaşam biçiminin genel adı olarak kullanılır olmuş. Biz de ‘levanten’ derken, ‘Doğu Akdenizli Hıristiyanları’ kastediyoruz.
Levent isminin kaynağı da aslında bu ‘doğulu’ adlandırması. Bir sabah, Ceneviz ve Venedikliler Osmanlı denizcilerini ‘doğulu’ anlamında ‘levent’ diye çağırmaya başlar. Doğulu olmaktan tek bir gün bile gocunmayan Osmanlı denizcileri de 16’ncı yüzyıldan itibaren kendilerini ‘levent’ diye adlandırmaya başlar. Tarihin en şanlı ‘levent’lerinden biri olan Cezayirli Gazi Hasan Paşa, eski İstanbul’un epey kuzeyindeki sapa ve ucuz muhitte çiftlik kurmasıyla işbu mahallenin adı da Levent olur. Yani, dedem Kaptan-ı Derya bu mahalleye yerleştiğinde bu gökdelenlerin olduğu yerler hep tarlaydı. İsmi ‘doğu’dan gelen bu muhitten şimdilerde İstanbul’un ‘batılı’ yüzü göğe yükseliyor. Cilve üstüne cilve…
Cezayir Dayısı Hasan Paşa’nın hikayesini anlatsam Cezayir’den Washington’a yol olur. Amerika Birleşik Devletlerini haraca bağlayan tek otorite diyeyim siz anlayın ne kadar enteresan bir adam olduğunu. Osmanlı ordusunun 3 mağrib ocağı vardır: Cezayir, Trablusgarb ve Tunus. Bunların başında ‘Dayı’ diye hitap edilen reisler olurdu. Akdeniz bunlardan sorulurdu. Denizde raconu bunlar keserdi. Amerika yeni memleket haliyle haberleri yok, Akdeniz’de Dayılara haber vermeden ticaret yapmaya kalkmışlar. Amerika’nın ilk dışpolitika trajedisi böyle başlamış.
Cezayir, Tunus, Tripoli ve Fas Krallığından oluşan bölgeye Amerikalılar, Bizim ‘Berberi Devletler’ ifademizi birebir çevirerek ‘’Barbary States’’ derler o zamanlar. Okyanuslarda geceleri tek başıma dolaşırken bu ‘barbary’ adlandırmasını ‘barbar’ zanneden yığınla cahil Amerikan yazara denk geldiğimi de arzedeyim.
Osmanlının Amerikalı köleleri
11 Ekim 1784 günü Akdeniz’de ilk Amerikan bayraklı geminin Berberi sahillerinde Dayıların leventlerince yakalandığı gündür. Sonraki 30 yıl ABD ile bir kısmı Osmanlı uyruğu bu Dayı’lar ve Berberi otoriteler arasında çeşitli antlaşmalar imzalandı. İngilizlere karşı verdikleri kurtuluş savaşını saymazsak ABD’nin ilk savaşı olan Berberi Savaşları (Barbary Wars) bu 30 yılın hikayesidir. Birçok Amerikalı Müslüman Berberilerin eline esir düştü. O günlerde Kuzey Afrika’da beyaz köle olarak bulunan birçok Amerikalı özgürlüklerini kazandıktan sonra hatıralarını ve gözlemlerini ilginç kitaplara dönüştürdüler. Meraklıları var aranızda biliyorum mesela Paul Baepler’in, Chicago Üniversitesince 1999 yılında yayınlanan ‘’White Slaves, African Masters (Beyaz Köleler, Afrikalı Köle Sahipleri)’’ kitabını öneririm. Amerikalı dünyanın her yerinden kıtasına köle getirirken bizim Cezayir Dayı’ları köleyi Amerikalıdan seçmiş. Buyur izah et..! 
Amerika'ya laikliği ikrar ettiren Osmanlı Dayı'sı
Amerika Birleşik Devletleri ile Osmanlı Dayıları arasında Akdeniz’de ticaret müsaadesi içeren çok önemli bir antlaşma yapılır. Anlaşmayla ABD, Osmanlıların elindeki köle Amerikalıların iadesi, Atlas Okyanusu ve Akdeniz'de ABD sancağı taşıyan gemilere ilişilmemesine mukabil, Osmanlı Dayı’sına 642 bin altın ve senelik 12 bin altın vergi ödemeyi kabul eder. Osmanlıca yapılan bu antlaşma ABD’nin 235 senelik tarihinde İngilizce dışında bir dilde yaptığı tek dış antlaşma ve aynı zamanda ABD’nin yine 235 senelik tarihinde haraç ödemeyi kabul ettiği tek antlaşmadır. ABD, antlaşmaya tam 22 sene boyunca bağlı kalıp vergi ödemeyi sürdürmüştür.  
Bu anlaşmanın ABD açısından bir çok önemli özelliği daha var. Antlaşmanın bir maddesi, ABD’nin Kurucu Babaları’nın bu ülkeyi kurarkenki niyetlerini göstermesi bakımında ABD’deki laiklik tartışmalarının tam göbeğine yerleşmiş durumda. Trablusgarp’ta Dayı Hasan Paşa ile ABD Başkanı John Adams’ın temsilcilerince 4 Kasım 1796 günü imza edilen ve 7 ay sonra Amerikan Senatosunca oybirliğiyle onaylananan antlaşmanın 11’nci maddesi mealen şöyle:

Amerika Birleşik Devletleri esasen Hıristiyanlık temeli üzerine kurulmadı. Bu noktadan hareketle ‘Mussulmen’lerin din, şeriat ve huzuruna hiçbir kastı ve nefreti yoktur. Belirtildiği gibi Birleşik Devletler hiçbir Muhammedi topluma karşı savaş ve düşmanlığa girmiş değil. Bu antlaşmanın tarafları bu iki ülkenin birlikte kurduğu harmoniyi kesecek dini bir yorum ve bahane ileri sürmeyecekler.  
Amerika’ya bak, bunu ona söyletene bak… Hey gidi… Cezayirli Dayı Hasan Paşa bu antlaşma ile literatüre ‘dayılanmak’ tabirini sokar. Hasan Dayı’nın antlaşması, Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi, Federalist Makaleler ve Amerikan Anayasası ile beraber Amerika’da ‘kilise-devlet ayrılığı’ tartışmasının odağındaki 4 tarihi devlet belgesinden biridir halen. Ama Akdeniz aynı Akdeniz değil. Amerikalılar 6’ncı Filo’yu dolaştırıyor. Türklerinse Akdeniz’de feribotları var…
Oruç Reis’ten, Hızır Reis’e, Turgut Reis’ten Hasan Paşa’ya tarihe damga vuran bu ilginç adamların hiçbir hikayesinin, filminin, belgeselinin olmaması ne büyük eksiklik... Hollywood filmlerinde kıyıdan köşeden yapılan göndermelerle yetiniyoruz. Misal, 20 Mayıs’ta zevkle 4’ncüsünü seyredeceğimiz Karayip Korsanları filminde, son olarak Oscar’ın sahibi Kekeme Kral’a yardımcı olan konuşma terapisti rolünde gördüğümüz süper oyuncu Geoffrey Rush’un canlandırdığı Kaptan Barbossa karakteri, adını bizim Barbaros’tan alıyor. Barbaros aslında Hızır Reis’in ağabeyi Oruç Reis’e İtalyanların taktığı isim. Leventler, Oruç Reis’e ‘Baba Oruç’ diye hitap ediyordu. Bu seslenmeyi İtalyanlar ‘Barbarossa’ şeklinde algıladı. İtalyanca’da ‘barba’ sakal ve ‘rossa’ kırmızı demek. Baba Oruç’un da sakalı kızıla çaldığı için hiç şüphe duymadılar isimlendirmeden. Baba Oruç şehit edildikten sonra bu isimlendirme kardeşi Hızır Reis’e, sonradan Kanuni’nin ona verdiği isimle Hayreddin Paşa’ya da yapıştı. Biz de böyle çağırırız Paşayı. Denizlerin paşalığının sembolü oldu Barbaros ismi…
Doğu ülkesi, batı ülkesi hani bunun orta ülkesi?
Levant’ı ‘doğu’yu anlatırken bak laf nerelere geldi… Ülfet mi peydah oldu bilemem ama biz göğe bakmayı bırakalı epey oluyor. Oysa ki İbrahim Peygamber’den beri güneşin doğup yükselmesi sonra da batmasını hayret makamında temaşa edermiş insan olan. Bu temaşa zevki midir bilmem ama bu hadise birçok coğrafi isimlendirmede bayağı bir etken olmuş vakti zamanında. Misal Almanlar bir zamanlar Osmanlı ülkesine ‘morgenland (sabah ülkesi / güneşin doğduğu ülke)’ derlermiş. Daha abartılı misal bugün bütün dünyanın ‘Japonya’ dediği ülkeye Japonlar ‘Nippon’ ya da ‘Nihon’ diyor. Japon ırkının Şinto dininin kutsal Güneş tanrıçası Amaterasu’dan geldiğini anlatan Nippon ifadesi, ‘güneş’ demek. İşte Japonların batı komşusu Çinliler de, bu adayı ‘güneşin doğduğu ülke’ anlamından ‘Ja pen kuo’ diye adlandırırmış. Marco Polo Çinlilerden öğrenip meşhur eder bu ‘Japon’ ismini… Japonların çok sonradan haberi olur bu isimle anıldıklarını öğrenmeleri ama işten işten geçmiştir, isim  Japon yapıştırıcısı gibi yapışmıştır üstlerine… 
Çinliler, doğularındaki uygarlığı güneşle anlatırken batılarındaki büyük uygarlığı (Hint) ise ay ve gece ile sembolize etmişler antik çağlarda. Çin tarihinde uzunca bir dönem Hintliler için ‘’Yuezhi (Ay kavmi)’’ tanımlaması kullanılmış. Kendinizi Doğu ile Batı’nın, Güneş ve Ay’ın ortasında görüyorsanız ülkenize vereceğiniz isim de bellidir. Çinliler kendi ülkelerine Çayna (china) demiyor elbette ki… ‘’Zhonghua (Çun kua)’’ yani ‘’Merkez ülke / orta ülke’’ diyorlar.
Marco Polo, bu ülkeyi Farısilerden öğrendiği şekliyle ‘Çin (Chin)’ diye adlandırır. Gerçi Batı’da uzun yıllar Çin derken milletin aklına sadece ‘porselen’ gelirmiş. Bizim çiniler gibi… Çinliler ise ABD’ye ‘’Měi-guó’’ diyor. ‘Pirinç ülkesi’ demek. Herkesin ‘Amerikan rüyası’ farklı tabii ki…  
Söylenmekte haklısınız Akdeniz’e geri döneceğim ama Koreliler bırakmıyor. Onların maruzatını dinlemeden dönmek olmaz. Bugün, Güney Kore ahalisi kendi ülkesini kısaca ‘Hanguk’ diye çağırıyor. Kuzey Kore ahalisi ise ‘’ibuk’’ ya da ‘’Çuzın / Joseon‘’ (Sabah esintisi ülkesi)’’ diye. Japonlar güneye ‘Kankoku’ kuzeye ‘’Kita-Çuzın’’ diyor ama eski bir Kore hanlığının adından gelen Korea adını bölgeye mal edenler de 1910 işgalinden sonra onlar. Bölgede Japona gıcık olmayan tek kavim yok. Gerçi civarda birbirini seven de pek yok. Buraya da bir Sıfır Sorun politikası şart!
Dünyanın bu köşesinde bu yaralara dokunur dokunmaz bir tartışma başlar ki, ‘’yeminnen’’ o an Memati Baş ile Aristo’nun metafiziği hakkında sohbet etmeyi yeğlersiniz. Dil forumlarında birbirine giren Japon, Koreli, Çinli arkadaşlarımı ayırmaya çalışırken Tayvan Meclis Başkanı kadar çaresiz kalıyorum bazen. ‘Dış mihraklar’ ne işler çeviriyor Uzak Asya’da haberiniz yok…!
Toleransın memleketi Anadolu
Mevkime döneyim, Doğu – Batı mevzusu bizim coğrafyamızın isimlenmesinde de rol oynamış. Anadolu kelimesinin kökeni olan Antik Yunanca ‘’Anatolē’’ kelimesi de ‘’gün doğumu’’, ‘’doğu’’ anlamına geliyor. Zaman içinde Asia Minor’un yani ‘küçük Asya’nın yani ‘Anadolu’nun tamamı için kullanılsa da Antik Yunanlılar vaktiyle sadece İonyalıların şehirlerinin olduğu Batı Anadolu için kullanırlarmış. Anadolu’nun isim kökü konusunda hoşuma giden bir nüans daha var. Tolerans kelimesinin kökeni Latince ‘sabır tahammül’ anlamına gelen ‘tolerō’ kelimesidir. Anatolē’nin ‘tolē’si ile toleransın ‘tole’si aynı kökten. Yani isminde un da var, şeker de var, yağ da var…    
Bizim, komşularımıza ‘Yunan’ isimlendirmemize ise ‘İon’ kelimesi kaynaklık etmiş. Onlarla ilk teması olan Farısilerden öğrenmişiz bu ismi. Nerdeyse bütün ‘Doğu’ kültürleri bu halkı ‘Yunan’ ve buna benzer isimlerle anıyor. Ancak nerdeyse bütün ‘Batı’ dünyası da bu halkı ‘Greece / Greek’ gibi isimlerle anıyor. Bu isim, antik Yunan tanrılarından ‘Graecus’a (Grikus) dayanıyormuş. Kimi Pandora’nın torunun oğluydu diyor kimi Hellen’in yeğeniydi diyor. Biliyorsunuz bu Yunan mitolojisi Brezilya dizileri gibi. Kimin eli kimin cebinde çok belli değil. Muhtemelen ‘tanrı’larla dolu bir ailede yaşamanın baskısına dayanamayıp bugünkü İtalya taraflarına kaçıp inşaatlarda çalışan bir Yunanlıydı. Batı ahalisi de bu zatla bu halkı tanıdığı için kendilerinin doğusunda kalan bu coğrafyadan gelen herkesi ‘Grik’ sanıyor. Biz birşeyi anlamadığımızda ‘Fransız kalırız’ ya, Anglo Saksonlar da ‘’İt’s Greek to me (Bu bana biraz Grik)’’ derler. Bunlar bir bize değil herkese Grik anlayacağınız..! Şaka yapıyorum tabii ki, hem benim Yunan komşularım var:)
‘Rum’ kelimesi gibi ‘İon’ kelimesinin de bugün ‘Balkan’ yarımadasının güneyindeki Yunanistan ile birebir özdeşliği bulunmuyor aslında.  Zaten, Yunanistan halkı kendisine ‘’Ellas’, Yunan devleti de kendisine ‘’Ellenikī́ Dīmokratía’’ diyor. Yunanistan ahalisi kendine ‘Helen’ dese de ilk Hıristiyanlık çağlarında bu kelimeyi ‘putperestler’ anlamında kullanırlarmış. Çık çıkabilirsen işin içinden. Tiyatro boşuna bu topraklarda doğmamış.
Bizans İmparatorluğunu yeniden canlandırmayı amaçlayan 19’ncu yüzyıl milliyetçi Yunan ideolojisi ‘Megali İdea’yı çoğumuz mecburen biliyoruz. Ama bu Yunan’ın ilk vukuatı değil. Çok eski çağlarda bir de ‘’Megálē Hellás’’ diye Batı’yı, yani Adriyatik ve İtalya’yı Yunanlaştırma ideali ile yola çıkmışlar komşularımız. Hesperia demiş bu ütopik ‘Batı’ ülkesine Yunan. Adriyatik çevresinde ve Çizme’deki birçok yerleşim biriminin isminin Yunanca kökenli olması o işgaller döneminden kalma. Misal, Napoli, ‘Nea polis (yeni şehir)’den geliyor. Sicilya’nın Akdeniz’in belki de en iyi sığınağı olan başkenti Palermo’nun (Panormos) adı da Yunanca, ‘en iyi liman’ demek. Bizim Bandırma’nın ismi de aynı kökten. Malta’nın adının da Yunanca ‘bal gibi’ demek olan ‘Melita’dan geldiği rivayet edilir. Bu cirmi küçük ama ide’si megalo halkla bin yıldır komşuyuz. Atsan atamazsın, satsan satamazsın. Mecburen seveceğiz birbirimizi…
O değil de Akdeniz turu vadettik ama daha Balkanlar’a bile çıkamadık. Nerde kaldı tur… Sabrınızda kopmak üzere olan fırtınanın kokusunu da alıyorum. Bu gece burda demirleyip ateş başında Cezayir Türküsü’nü söyleyeceğiz… Yarın sabah günün ilk ışıklarıyla yeniden demir alacağız!
Cezayir’in ufak ufak evleri İçindedir ağaları beyleri, Türkçe bilmez mâni söyler dilleri, Tunus, Tarabulus, Cezayir of!
Yaz gelince gemilerimiz yağlanır, Kış olunca tersaneye bağlanır, Cezayir’de koç yiğitler eğlenir, Tunus, Tarabulus, Cezayir of!
Gemi gelir Cezayir’den Mısır’dan Yelkenleri vardır kumaş hasırdan Kadir mevlam kurtar beni yesirden Hama, Humus, Tarabulus, Cezayir of!
Cemal Demir - Haber 7 cemaldemir111@gmail.com

ABAR ABAR (ABARİN) -ŞAŞKINLIK BELİRTİSİ
ABOV (ABAV) -BÜYÜK ŞAŞKINLIK
ACAR -YENİ
ACEMLETMEK -TABANCA VE TÜFEĞİN TETİĞİNE YANLIŞLIKLA BASMAK
ADAM SEYRİNE ALMAK- İTİBARLI İNSANA DAVRANIR GİBİ DAVRANMAK
AĞARTI -SÜT,YOĞURT GİBİ SÜT ÜRÜNLERİ
AĞ PAKLA -KURU FASULYE
AĞŞAMNAN -AKŞAMLEYİN
AĞZI YÜZÜN GUYU -KARNIN YERE DEĞECEK BİÇİMDE YATMAK. İNİŞ
AŞAĞI.
AKIL BAYLIK OLDU -BULUĞ ÇAĞINA GİRMEK.
AL BASMAK -KABUS GÖRMEK. KARABASAN.
ALA TORAŞAN -ÇOCUKLUKTAN ÇIKMAK ÜZERE OLAN İNSAN
ALIMINI ALMAK -LAYIK OLDUĞU CEZAYI BULMAK
ALIP YATIRMAK -KOŞARAK KAÇMAK.
ALLAH AKIL BAYLIĞ VERSİN -ALLAH AKIL FİKİR VERSİN.
ALGIN ÇIKMAK -GÜCÜNÜ YİTİRMEK
ALKIŞ VERMEK -DUA,İYİLİK DİLEĞİ (ANAYIN ALKIŞI BAŞINDAYMIŞ)
AN -EKLEM (ELİYİN ANI)
ANSITMAK -ANIMSATMAK, HATIRLATMAK
APIRZAPIR ETMEK -NE DEDİĞİNİ BİLMEMEK
AŞINI TATLANDIRMAK -KENDİNİ ÖNEMSETMEYE ÇALIŞMAK
AŞKARSIZ -ÇİRKİN,SARIŞIN
AVARLIK İ-ÇİNE SEBZE EKİLEN BAHÇE,BOSTAN
AVCAR -SAÇMA,BARUT,KAPSÜL GİBİ AV MALZ.TÜMÜ. YEMEĞE EKLENEN SOS
AVRAT HASAN -ELİ EV İŞLERİNE YATKIN ERKEK
AYDAŞ -ÇELİMSİZ BEBEK
AYI HOMACI -BİÇİMSİZ YIĞIN