Bölüm 4: Ölüm Tablosu

Hedef 7: Sercan Eren

Gözlerimi güneşe çevirip bir kez daha geriye baktım. Hava olması gerekenden çok daha sıcak ve bunaltıcıydı. Ayrıca Emre Deniz hala daha ortalıklarda görünmüyordu. Sattı sanırım beni, çünkü çıkışı bana onu beklememi söylemişti. Ama niyeyse kendisi hala daha gelme zahmetinde bulunmamıştı. Okulun girişinde dikilirken omzuma yapışan çantamı düzelttim ve kapıdan çıkıp giden öğrencilerin içinde Emre Deniz’i aradım. Yoktu. Yoktu işte, kahretsin. Bekçi kulübesinin soğuk duvarına dayanmak için sırtımdaki çantayı çıkardım ve kendimi duvara dayadım. Kulübenin çatısının yarattığı gölgenin altında serinlemeye çalışırken okul binasının kapısını yeniden taradım. İlk başta hala daha yok gibi görünüyordu, ancak tam ben umudumu kesmişken dışarı sarı kafalı, kısa boylu bir çocuk çıktı. Bu, büyük bir olasılıkla oydu. Bu arada da peşinden iki kız daha geliyordu, sonra Emre ikisine birden birden birşeyler söyledi ve çekip gitti. Sanırım bekçi kulübesinin orda beklemekten ağaç olmuş beni görmüştü. Sonra bir an arkama dönüp çıkan öğrencilere ve sokağın girişine baktım. Sivil görünüşlü bir kız, elindeki bir fularla boynunu saklamaya çalışıyordu. Tuhaf bir yüz ifadesi vardı, bıkkın, korkmuş, biraz da pısmış bir yüz ifadesiydi bu. Ona bakmayı kestim ve yanıma gelip yine konuşmasını beklediğim Emre  Deniz’e döndüm. Yine başlamıştı. Cırcır böceği gibi, gereksiz ve uzun konuşuyor, gelen geçene sesleniyor, üst sınıflara eyvallah çekiyor, neredeyse her güzel –ya da ona göre güzel- olan kıza mavi boncuk dağıtmaya çalışıyor, okulun hademelerine ense traşlarıyla ilgili laf ediyor, ve okulun ne kadar sakini varsa hepsinin dikkatini üstüne çekmeyi başarıyordu. Ve ben de peşinde onu bir süs köpeği gibi takip ediyordum. Aslında şu şehirde kaybolmadan dolaşabilsem, bazen yanında iki dakika kalmadan basıp gidesim var, ama o olmadan kaybolduğum için sürekli peşinde gezmek zorunda kalıyorum. Neyse. İstanbul’u iyice öğrenmek zorundayım sanırım.
Nihayet ana caddeye çıktığımızda sustu.
“Sahi… Nereye gideceğiz demiştin?”
“Iıı… İki cadde aşağıya bir müzik market açılmış, oraya bakmaya gideceğiz. Geçen hafta D&R da bulamadığım albümleri bir de oraya soracağım. Senin aradığın bir şey var mı?”
“Hayır yok…” dedim. Bu alışverişi olabildiğince kısa kesmek zorundaydım, çünkü Emre Deniz ne zaman müzik ya da oyun alacak olsa mağazanın içinde kendini kaybediyor, saatlerce çıkmayabiliyordu. Hatta bazen kitapçıda kitap karıştırırken yarıladığı kitaplar falan da oluyordu. Oyun almaya kalktığında ise saatlerce eleme yapıyor, bir albümü bulacağım diye buradan Avrupa Yakası’na kadar geçip saatlerce dolaşabiliyordu. Anlamıyorum, bi insan yabancı müzik piyasasını niye bu kadar yakından takip eder ki?
Üç dört dakika geçmeden ötobüs durağında durduk ve ve bizimle birlikte otobüs bekleyen birkaç kişi ile birlikte daha otobüse bindik. İçerisi çok dolu sayılmazdı, biz de arkadaki koltuklardan birine geçip oturduk. Sonra bir şey farkettim, okul çıkışında gördüğüm boynunu fularla saklayan kız da arkamızda oturuyordu.
Takip mi ediliyorduk? Ya da belkide sadece bir tesadüftü bu karşılaşma. Ona bakmayı kesecektim ancak içimde nedenini bulamadığım bir huzursuzluk vardı. Sebebi bu kız olabilir miydi? Kafamı öne eğip ona bakmayı kestim ve bir süre sonra da bakışlarımı pencereden dışarıya odakladım. Fakat kızın görüntüsü ters dönmüş bir halde cama yansıyordu. Rahatsız edici, biraz da korku dolu olan bakışlarını yere kilitledi ve elini boynundaki fulardan içeri geçirdi. Fuları çıkardığında ise boynunda bir çember halinde dikiş izine benzer bir yara ortaya çıkıyordu. Sonra gözlerini kapayıp kafasını cama dayadı. Bir kez daha onu önemsememeye çalıştım. Hava bir anda soğumuştu nedense, gri gri bulutlar gökyüzünde öbek öbek belirip güneşin önünü kapatıyorlardı. Sanki içtikleri cıvayı kusuyorlarmış gibiydiler, gökyüzü de mviliğini gri suluboyaya batırılmış bir fırça darbesiyle yok ediyor, yavaş yavaş metalik bir görünüm alıyordu. Ruhsuz, duygusuz ve telaşlı araçlar da neredeyse tüm Kartal’ın üstüne çöktüğünü düşündüğüm  bu ruh haline hiç farkında olmadan eşlik ediyorlardı. Bu arada da üstüme çöken huzursuzluğun beni iyice boğmaya başladığını hissettim. Ve galiba bunun tek sebebi şu tuhaf kız ya da bir anda bozmaya başlayan hava değildi. Ama diğer sebebin ne olduğunu bulamıyordum.
Otobüsün sarsıntısının kafamı acıtmasına aldırmadan İstanbul’a geldiğimizden beri bana “tuhaf” gelen olay ve kişileri gözden geçirmeye çalıştım. Baştan başlayayım.
İlk gün
O kızıl saçlı kız. Havaalanında yanımızdan ayrıldığından beri sanki özellikle oraya bizi takip etmek için gelmiş gibi hissediyordum. Çünkü ne zaman arkama dönsem gözüm bi yerde bu kıza çarpıyordu. Sonra aynı kızla okulda karşılaşıyorum, 10-D den Sedef Seçkin olduğunu öğrendiğim bu kızı, okulda tanımayan yokmuş, biz yeni gelen gelenler hariç tabi. Sanırım onu tanıma sırası da biz çömezlerdeydi. Bu arada Emre Deniz de boş durmadı, ikinci gün Sedef’le karşılaştığından beri bir bizim sınıf, bir de 10-D arasında mekik dokudu. Bizim sınıfta da kendine benden başka Taha ve Bade’yi bulmuş kendine takılmak için, hepimizi toplayıp sınıfta saçma sapan espriler yapıp duruyor şimdi de. En sonunda daha bu akşam Bade sinirlendi, çocuğu koridorun sonuna kadar elinde kıvırıp silindir yaptığı bir deneme sınavı ile kovaladı. Aslında gayet de güzel oldu. Sanırım o, sınıf başkanı olmak için biçilmiş kaftan.
Amaan, neyse ne işte. Bade’nin herkese patronluk taslamasını, sınıf arkadaşlarımın yemekhanede yaptığı üzüm savaşlarını (sanki hala ortaokul bebesiler) ya da Taha’nın sürekli entel enentel dolaşıp bilgisayarlardan söz etmesini saymazsanız, bunlar o kadar tuhaf şeyler değildi.
Ya da ben öyle olduğunu düşünüyordum, zira mahallemde çok daha tuhaf insanlar vardı. O garson mesela. Sinirli, şiddet yanlısı, ve acımasız bir adamdı o. Dur, şiddet yanlısı az kalır. O, şiddetin vücut bulmuş haliydi. Kendini kızdıran insanları teker teker ölümden beter ediyordu ve bunun için de herhangi bir yapma silaha ihtiyaç duymuyordu. Onun silahları, çevredeki herşey olabiliyordu! Bildiğiniz dolmuş duraklarının yine bildiğiniz direklerini ya da şu yaya geçidi direklerini tek eliyle kavrayıp çıkarabiliyor, sonra da hiç zorlanmadan savurup kızdığı insanların suratlarına çarpabiliyordu. Bu yüzüne direk yiyen insanlar da en az 3-4 metre havaya fırlıyordu. Bunun dışında da her türlü ağır eşyayı kaldırıp fırlatma konusunda üstüne yoktu. Bilimum her türlü beyaz eşya, içecek büfeleri, her türlü motorlu taşıt, bunları bulamazsa da sinirlendiği insanları tutup fırlatıyordu. Eh, tabi sonra da mahallemiz altıyla üstü yer değiştirmiş haliyle baş başa kalıyordu, ta ki belediye işçileri gelip temizlik yapana kadar. Gerçi bu gücü sayesinde garsonluk dışında her türlü hamallık ve getir götür işine de koşabiliyordu Fevzi Güneş, bi de savurduğu araba ya da büyük eşyaları sonra gidip yerine koymak zorundaydı tabi. Ancak direkler her seferinde yamuk yumuk oldukları için yapabileceği pek bir şey olmuyordu.
Zaten artık karakolda bile korkuyorlarmış bu adamdan. Sonunda da Fevzi’nin ehlileştirilmesi işi Sadık Amca’ya verilmiş. Sabah akşam ultra dozajlı sakinleştirici iğne, hap, şurup, serum, bilimum her ne varsa adama yükleme yapıyorlarmış. Bi de bu sakinleştirilmiş(!) hali ise ilaçsız halini düşünemiyorum. Yoksa mahalleden çıkıp ana yollarda da terör estirebilirdi. Sanırım, midesi çoktan eczaneye dönmüş olmalı.
Ancak daha da tuhaf olan böyle ince uzun yapısı, entel görünüşü, sürekli güneş gözlüğüyle dolaşması ve açık sarı saçları ve gözlüklerini çıkardığında görüyoruz, mavi gözleriyle hiç de öyle kır dök parçala halinde bir insana benzemiyor olmasıydı. Bir de ağzından hiçbir zaman sigarası eksik olmuyordu, o da ayrı bir durum tabii.
Bu adam, bana hiç kimsenin göründüğü gibi olmadığını öğretmek için gönderilmiş bir makineymiş aslında, ama keşke bunu o zamandan bilseydim, gerçekten de güzel olurmuş…
---
Bindiğimiz otobüs son bir sarsıntıyla ineceğimiz durakta durunca Emre Deniz de ayaklanmaya başladı.
“Hadi, iniyoruz burada.”
“Geliyorum.” Diye yanıtladım onu, ardından da ayaklarımın dibine bıraktığım sırt çantamı j-hızlıca tek omzumdan geçirip onu yine her zamanki gibi takip ettim. Otobüsten alelacele dışarı fırladığımızda ise indirip bindireceği yolcusu kalmamış o otobüsün de arkamızdan yorulmuş bir eşek gibi istemsizce hareket etmesi indiğimiz kaldırımın iç kısmındaki dükkanların camekanlarına yansıdı son bir kez, yeşil beyaz renkleri önümüzden yansırken ben de Emre Deniz’in iki blok ötede dediği müzik markete doğru yollandım…
*****
Eğer o anda Kartal’ı yukarıdan izleyebiliyor olsaydınız, gökyüzüne yaklaştıkça rüzgarın giderek sert estiğini farkederdiniz. Sercan Eren de bunun farkına varabilen nadir kişilerden biriydi. Kıpırdamadan üzerine tünediği apartmanın çatısından elinde bir dürbünle aşağıyı izliyordu. Rüzgar, onun hareketsizliğine inat, açık kestane rengi saçlarını ve haki yeşil uzun cekedinin yenlerini asice dalgalandırıyor, o ise bunu önemsemeden elindeki dürbünle caddeden gelen geçen insanları izliyordu. İşte o anda o, yani Sercan Eren, dışarıda ilginç bir şey bulmayı hedefliyordu. Belki bir muhbir, belki bir lokanta sahibi, belki de ne idüğü belirsiz bir garson. Lakin, dürbününe başka  güzel bir şey takıldı bu kez. Sarı saçlı, biraz da yerden bitme bir tip sanki zıplıyor ya da tuhaf bir palyaço hareketiyle oldukça bozuk bir şekilde yürüyor, peşinden de ona ziyade daha sakin, siyah saçlı bir çocuk da onu takip ediyordu. Dürbünü biraz daha yakınlaştırdı, yerden bitmenin yüzüne odaklandı bu kez. Bal rengi gözleri ve sürekli bir saçmalık yapacakmış gibi bakan hınzır suratı ile hızlıca tanımıştı onu. Bingo! Bıyık altından gülümseyip gelen geçen insanları tekrar taradı. Şüpheli bir şey yoktu, yani henüz yoktu. Dürbünü bir kenara kaldırdı, şimdilik buna ihtiyacı yoktu. Seri hareketlerle elini cebine atıp telefonunu çıkardı ve yıllardır aşina olduğu bir numarayı çevirdi.
Karşıdan cevap gelene kadar da yerinden bir santim dahi kıpırdamadı…
***
Dükkanın kapısı gıcırtıyla açılırken içeriye hızlıca bir göz attım. Küçük, ama şirin bir dükkandı, girişi geride bıraktığınız anda kabak gibi ortaya çıkan raflar boyunca bir sürü müzik cd si, dergiler, o dergilerin eski sayıları ve bazı güncel kitaplar sıralanıyor, kasanın kenarında duran portatif ayaklıklar ise çeşit çeşit anahtarlıklar, telefon maskotları, çanta rozetleri, gerekli gereksiz stickerlar, takım bileklikleri,  vesaire her ne kadar akıbeti çöp olan lüzumsuz şey varsa onlarla doldurulmuş, öylece duruyordu.
Kasanın arkasında ise içeriye girdiğiniz anda bizi canlı bir sesle karşılayan “hoşgeldiniz” diyerek karşılayan yaşlıca, ancak heryerinden gençlik enerjisi fışkıran bir adam duruyordu. Emre Deniz hızlıca bu adama döndü ve aradığı albümleri sordu. Bu arada da ben de girişteki duvarlar ve ve kapı keanarlarını süsleyen tabloları farkettim. Usta bir elden çıkmış gibiydiler ancak hepsinin de teması aynıydı niyeyse. Karanlıktı hepsi, koyu renkler tüm kompoziyonları ele geçirmişti sanki. Hiçbir resimde kan ya da bir silah göze çarpmıyordu ama her nasılsa resimlere baktıkça ölümün soğukluğu ve ürpetici havasını üzerinizde hissediyor, içinizde büyük bir acı duyuyordunuz. Sanki ölen sizmişsiniz gibi…
Sonra bir şeyi daha farkettim, her resimde bir yerlerde, ister ön, ister arkaplanda olsun şu başsız sürücü efsanesini yaratan kafasız kadın vardı. Belli ki çizeri bu mahalledendi. Başının olması gereken yerden onun yerine kara kara dumanlar çıkıyor, sonra da aynı dumanlar el ve bileklerine kadar geliyordu. Gerçi her resimde göz önünde değildi, ancak heryerde bu kadını görmek son derece rahatsız ediciydi.
Sanırım bu “başsız sürücü” efsanesi tüm şehri etkisi altına almıştı, yaşlı ve bu tip şeylere inanmayacak insanları bile. Yani bu efsaneden benim babaanneme falan bahsedecek olsam, her halde önce suratıma tuhaf tuhaf bakar, sonra da bildiği ne kadar sure, dua varsa sıralardı. Felak, Nas, Fatiha, önünü alabilecek olana aşk olsun. Ancak bu adam dahi bu efsaneye inanıyorsa, herhalde ortada ciddi bir problem ya da onun gibi kötü bir olay vardı.
Emre Deniz’le birlikte rafların arkasında sadece saçları görünecek şekilde kaybolan adama baktım.  İşin ilginci, dükkanın o anda biz ikimizden başka müşterisi yoktu. Neden sonra bunun doğal olabileceğini farkettim, e tabi sen koy girişe o korkunç tabloları, sonra da bekle ki müşterin olsun. Sırf o tablolardan korktukları için bile gelmiyor olabilirlerdi.
Ağzımı açıp onlara bir soru yöneltecek oldum, ancak Emre Deniz sonunda zaferle elindeki cd’yi havaya kaldırıp amele gibi önüme çöktüğü rafların arkasından çıkınca benim sorum da hava da kaldı.
“Eureka! Bak bi de buraya bakalım dedi, çıkmaz dedin, inamadın bak ne oldu şimdi ha ne oldu?”
“İyi *** yedin aferin. Bu kadar önemliyse internetten de indirebilirdin.” O anda ne cd’yle ne de Emre Deniz’le ilgilenmek istemiyordum. Yerine, yaşlı adama döndüm.
“Bu tablolar… Siz mi çiziyorsunuz?” Adam bana dönüp suratını ekşitti.
“Hayır evladım. Bunları… buraya getirdim çünkü bir sabah uyandığımda kapımın önünde buldum bu tabloları. Kim çizdiyse güzel güzel çizmişti, atsam yazık olur, eve assam kötü dururdu. Ben de son çare buraya getirdim.”
“Kapınızın önünde mi buldunuz? Kimin bıraktığını bilmiyorsunuz o zaman. Apartmanda mı oturuyorsunuz?       ” Bu soru üzerine aklar düşmüş kaşları çatılıverdi keskin bir ifadeyle, bu arada da alnındaki derin çatlak da  derinleşti.
“Kameraya bakıp bakmadığımı mı soracaksın, evlat? Hayır, baktım. Yüzünde kar maskesi vardı, arasam da bulamazdım.” Yaşlı adam Emre Deniz’in faturasını keserken bir taraftan da bizi kovalar gibi bir tavır takınıyordu.
“Hadi hadi. Siz çocuklar fazla meraklısınız.” Emre Deniz elindeki poşetin içine bakarken bana döndü.
“Olum ne yapacan kim çizdiyse çizdi? Zaten her yere başsız sürücüyü koymuş, akıl hastasının teki olsa gerek çizeri. Böyle tipler sorunlu olur, didiklemenin bi alemi yok.” Konuşurken bir taraftan da beni kolumdan tutup dışarıya çıkarmaya çalışıyordu, ancak benim daha sorulmayı bekleyen sorucuklarım vardı. Yazık değil mi onlara?
“Eeee… Şey… İsminizi sorabilir miyim? Bi de bu dükkan sizin mi?”
“Çok soru soruyorsunuz. Lakin cevaplayayım, adım Feridun ve tam sahibi değil, ortağıyım.”
“Çok hoş. Peki ya ortağınız, acaba o…”
“Bence siz çocuklar çok soru soruyorsunuz.”  
Tanınmadık bir ses konuşmamızı böldü o anda. Biz de sesin geldiği yere, dükkanın kapısına döndük. Sesin sahibi sahibi kapıya dayanmış duruyor, suratındaki alaycı, küçümser bir sırıtışla bizi süzüm süzüm süzüyordu. Siyah, mat saçları ise alnına ve yüz ifadesine gölge düşürüyor, tavandaki lambalar sağolsun gözünden yasıyan ışık kızıl kahve bir renk almış, ışıldıyordu.
Yabancı içeride göründüğü anda Emre Deniz’in suratındaki sırıtışı da yok oldu. Tanıyor muydu ki  bu adamı? Arkamdan dürttüğünü hissettim.
“Tüyelim buradan, hadi.”
“Bana uyar.” Diye yanıtladım onu ama sanırım bu yabancı bizi kolay kolay dışarıya çıkarmayacak gibiydi.
Sonradan öğrenecektim, bu adam Emre Deniz’in uzak dur dediği adam, Emir Sota idi…
Devam Edecek…

Comments (0)